ANNE VE BABALARLA BİR HASBİHAL
Hasan Ali YÜCEL'den...
Bu ders yılı başlarken okul çocuklarımız ve gençlerimize geçen hafta dilimin döndüğü kadar düşündüklerimi söyledim. Şimdi de okulda çocuğu olan ana, baba okuyucularımla biraz dertleşmek istiyorum. Arada ileri geri laf edersem kusuruma bakmasınlar. Memleketin yarını olan çocuklarımız için bugünden hazırlık olmanın bir milli vazife olduğunu hesaplıyarak bu noktada gösterilen fazla duyarlığı mazur görsünler. İşin şakası yok, bütün ümidimiz onlarla; memleketin istikbali onların iyi yetişmesindedir. Meseleyi ne derece ciddiye alırsak çözülmesini de o nisbette doğru yapabiliriz. Bir defa şu malûm hakikati tekrarlıyalım: Çocuk, içice üç çevre içinde büyür: Aile, okul, geniş topluluk. İleri neslin iyi veya fena yetişmesinde bu üç çevreye mensup olan herkes sorumludur. İşi yalnız öğretmene ve okula yükleyip ailenin ve bütün milletin bu sorumluluktan kendini sıyırması mümkün değildir. Denilecek ki, bütün millet, nasıl olur da terbiye işinden sorumlu kılınabilir. Buna cevap vermek için bir misal vereyim: Sabahları tranvaya, vapura, otobüse ve dolmuşa binerken hepimizin gördüğümüz izdiham manzaraları içinde okul çocuklarıyle büyük adamlar arasındaki münasebete bir bakalım. Daha ilkokulun birinci ve ikinci sınıfında bulunan bir çocuk kendini itip kakan, hatta minimini ayaklarına basıp geçen taşıta atlıyan ağabeylerini, ablalarını, babalarını, hatta dedelerini görürse kendinden büvüklere muhabbet ve hürmet besliyebilir mi?... Bu his, burada kalsa iyi... Daha da genişler ve kendini düşünmiyen, küçük varlığına yardımdan geçtik, rahatsızlık veren bu ufak kalabalıktan atlıyarak bütün milletine emniyetsizlik duyar. Bu yanlış ve zararlı duyguyu bütün ömrünce sürüp götürmesi çok mümkündür. İşte okul ve aile dışında, geniş çevrede vatandaşa düşen, genç nesille karşı yerine getirilmesi zorunlu vazife misali!... Bizim çocukluğumuzda yaşadığımız mahallelerin büyükleri babamız, anamız gibi idiler. Yolda, sokakta fena bir hareketimizi gördükleri zaman bizi anamız, babamız, gibi paylarlar, bizi yardıma muhtaç gördükleri zaman, anamız, babamız gibi bizimle candan meşgul olurlardı. Mahalle, sanki bir aile idi. Hele imam, muhtar ailelerin başlıca yardımcıları idiler. Bu ne güzel bir Türk geleneği idi. Türlü sebeplerden bu kalmadı. Yerini de başka bir iyi gelenek almadı. Büyük şehirlerde apartmanlar, kapıları birbirine kapalı, şakulî birer mahalledir. Bugünkü hali, dünkü iyi geleneğin tersine, çocuğa yaptığınız bir ihtar, "Sana ne" cevabiyle mukabele görüyor, ne yazık!... Çocuğun ev dışında gördüğü örnekler de her zaman taklit et-memesini istediğimiz şeyler oluyor. Hatta ev içinde de aynı kötü misaller az sayılamaz. Velev şakadan olsun, çocuğa daha küçük yaşlarda küfretmeyi öğretenler olduğunu hep biliriz. Çocuk dimağı, boş ve yumuşak bir safiha halindedir ve herşeyi olduğu gibi kaptığına göre küfürbazlığa da küçükten alışır. Hele hiddetlenen büyüklerin "Adın batsın", "gözlerin kör olsun!", "seni yerler alsın, yumurcak!..." "Allah belanı versin." gibi beddualarını duymaya alışan çocukların hali büsbütün fecidir. Bu kadar memleket gezdim. Bizde olduğu kadar sokakları kötü söz dolu diyar görmedim. Bundan mutlaka yakamızı kurtarmalıyız. Hele -affınıza sığınarak söylüyorum- "bok" lafı, son zamanlarda edebiyatımıza bile girmek fırsatını buldu. Mezkur madde, ne kadar şairane kullanılırsa kullanılsın, gene malum maddedir. Bu pis şeyin kirli kelimesini bile ağza almamalıyız. Biz alırsak çocuk ne yapmaz? Gelelim eve ve aileye: Evin ve ailenin, bilhassa ilk ve orta okul çağındaki çocuklar üstündeki tesiri okuldan daha büyüktür. Bilhassa ikili, hatta dörtlü öğretim yapan çocuklarda bu tesir bir kaç misli büyür. Haftada 18 saatini, sayarak bazan 5. hattâ bazen 3 saatini okulda geçiren çocuk için okuldan ne bekliyebilirsiniz? Bu zavallı çocuğun ancak adı "okullu" dur. Okul dışı saatlerde bir kere aylaklığa alıştı mı iş tamam... O halde ne yapmalı? Evi, okul haline getirmekten başka çare yok; Ama diyeceksiniz ki: "beşiktekine mi bakayım, çamaşır mı yıkayayım, yemek mi pişireyim yoksa evde öğretmenlik mi edeyim? Evin erkeği de gündüz çalışmağa gider. O da diyecektir ki: "Akşam eve yorgun argın geliyorum. Bir lokma ekmek yiyeceğim. Sonra da ayaklarımı uzatıp dinleneceğim. Bir de çocukla, hatta çocuklarla nasıl ugraşabilirim?" Bu mazeretler variddir ve doğrudur. Fakat ana ve babanın bu söyledikleri durum mevcut olduğu halde ya o çocuklardan biri hasta olsa gene aynı mazeretleri ortaya sürerler mi? Elbette sürmezler. Çocuklarının başını beklerler. Paraları yoksa borç bulup onları doktora gösterirler, verilen ilaçları yaptırırlar, evlâdlarını ölümden kurtarmak için çırpınırlar. Vücut hastalığı mazeret dinlemez de manevi hastalıklar mazeret kabul eder mi, sevgili okuyucularım? Ana baba olmak kolay değil;... Ne halde olursanız olunuz, çocuğunuzun halini ve istikbalini düşünerek zahmete katlanacak, fedakârlık edeceksiniz. Ona, eviniz bir oda bile olsa, bir köşeciği bırakacaksınız. Ona, tatlı dille, güler yüzle sizinle beraber çektiği maddi sıkıntıları unutturacak, küçük ruhuna ümitli istikballerin hayalini aşılayacak, "Evlâdım, sen okuyup adam olacaksın. Bize güzel günler yaşatacaksın." diyerek gönlünü alacaksınız. Sizin şefkatli elleriniz, merhametli dilleriniz onu uslu yapacak: onu size itaatli hale getirecek. Fakirliğinizin, mahrumiyetlerinizin asısını sizin sevginiz onun içinden silecek. Verdiğiniz ümitle odanızın sönük ışığında yarına bir nur kaynağı yaratmış olacaksınız... Çocuklarınızı seviniz, iyi tutunuz; size kul köle olurlar. Onlara her iyi şeyi ancak bu muhabbet havası içinde yaptırabilirsiniz. Onları korumanız, fena örneklerden uzak, kanadınızın altında tutmanız kafidir. Türk çocuğunun özü iyidir, asildir. En kötü hayat şartlarını düşünerek söylüyorum: Çocuğunuzu iyi yetiştirmek, herkesten çok sizin elinizdedir. Böyle yapmazsak sonra milletçe dizimi döğeriz;...
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...