UNUTULAN İHTİYAÇ ( Öykü)
UNUTULAN İHTİYAÇ
Dost sohbeti nedir bilir misiniz? Gerçi dostun yaşam hüneri ile ilgili bir durumdur bu. Eğer dostsa sohbet edilen, değmeyin o zaman muhabbetin tadına. Dakikalar nasıl akar gider bilinmez. Yudumlanır çaylar. En demlisinden en açığına, fark edilmeden. Hayatın anlamı ortaya çıkar. En derininden, en anlamlısına. İşte ta kendisidir o, yaşanmışlığın. Hayat dersinin.
….
Kaçıncı çaydı bilmiyorum. Eyüp Beyle koyu bir sohbet başlamıştı aramızda, ihtiyar çınar ağacının altında. Yaşam kokuyordu saniyeler. Birazda geçmişten esiyordu rüzgâr. Anlatıyordu Eyüp Bey:
Kar ayak bileklerime kadar geliyordu. Benden önce kimse geçmemiş olacak ki hiç ayak izi yoktu. Gerçi cumartesi günü sabahın sekizinde deprem prefabriklerinin yolunu kimsenin kullanmamış olmasını anlayabilirdim. Ancak akşamki meseleyi çözmem gerekiyordu. Bebeğine süt bulamadığı için beşiğini saltığa çıkaran bir deprem zededen bahsetmişlerdi. Çok ağrıma gitmişti bu durum. Prefabriklerden ben sorumluydum. Vicdani olarak rahat edememiş, sabaha kadar uyuyamamıştım. Şimdi de ilk ışıklarla birlikte bu aileyi ziyaret edecek ve durumu yerinde görecektim.
Bu yoğun düşüncelerle ilerlerken telefonum çaldı. Arayan Kaymakam Beydi.
- Buyurun efendim.
- Eyüp Bey nerelerdesin?
- Prefabriklerdeyim, efendim.
- Hayırdır. Sabah sabah, hem de hafta sonu.
- Sıkıldım efendim. İhtiyaçları var mı diye evleri gezeceğim.
- Bekle. Bende geleyim. Birlikte gezelim.
- Tamam Efendim.
Kaymakam Beyle birlikte o gün bütün prefabrikleri gezip, ihtiyaçları listelenmiş, alış verişi yapıp, dağıtımı bile yapmıştık. Vakit akşamdı. Soğuk, sinsi gecenin örtüsünü beklemeden kendisini hissettirmeye başlamıştı. Yorulmuştuk. Görevliler içsel mutluluklarıyla ayrılmaya başladıklarında “senide evine bırakalım.” dedilerse de, gitmedim. Orada kaldım. O eve tekrar gidecek ve kimseye duyurmadan beşik olayını etüt edecektim.
Öğlen, birkaç şişe süt ve kuru gıda bıraktığımız evin önünde, haberi getiren Hatice nine ile belirmiştik. Kapıyı kucağında bebeğiyle yirmi beşli yaşlarda bir bayan açtı. İkimizi de tanıyordu. Mahcup bir şekilde buyur etti.
İçeri girer girmez gözüm beşiğe takıldı. Sakin bir tonla konuşmaya başladım.
- Hanım abla nasılsın?
- Sağolun. Eh işte.
- Eşin nerelerde?
- Valla iş bulmaya İstanbul’a gitti. Bir haftadır da haber yok.
- Kimseden haber alamadın mı?
- Yok ağbey, telefonda yok. Kimseden de haber yok.
- Ya, peki ne yer ne içersiniz?
- Ne olacak ağbey, giderken üç beş para bırakmıştı. Harcandı bitti. Sizler, konu komşu sağolsun.
Lafı fazla uzatmak istemiyordum. Durum belliydi artık. Tam soracak oluyor, boğazıma bir şeyler düğümleniyordu. Yutkundum. Hatçe Ninenin yüzüne baktım. Belki o konuyu açar diye. Onun da gözyaşlarını görünce dayanamadım ben sordum.
- Beşiği satacakmışsın?
Gerisini getiremedim. Öylece baka kaldım boşluğa. Bir müddet konuşulmadı. İçerisi tamamen buz kesmişti. Sessizliği ev sahibinin titrek sesi bozdu.
- Ne yapayım Ağbey. Bu sübyan beşiksiz yapar amma yemeden yapamaz.
- Anladım hanım abla, anladım.
….
Pazartesi Kaymakam henüz odasına girmişti ki, arkasından da ben daldım.
- Hayırdır, Eyüp Bey?
- Efendim acilen para lazım.
- Ne kadar?
- …
- 20
Sadece kafamla yetmez işareti yapıyordum.
- 50, ne kadar Eyüp Bey?
- Çok efendim.
- Ne için?
…
Tam bir saat sonra bankadan yüz lira para çekilmiş ve alış veriş için kucağında bebeğiyle, mutlu bir anne markete dalmıştı bile.
Karlar erimiş, güneş yüzünü göstermişti. İdare binasının önünde sandalyede oturuyordum. Çok rahattım. Üzerimden sanki tonlarca yük kalkmıştı. İçsel ödülümü fazlasıyla almış, sıcak kahvemi yudumluyordum. Akşam olmak üzereydi. Birazdan evime gidecek ve ailemle uzun zaman sonra birlikte akşam yemeği yiyecektik.
Kaymakamlığın tahsisiyle iki bayan çalışmaktaydı prefabriklerde. Onlarda kabanlarını giyinmiş, ofisin kapısını kilitlemiş, çıkmışlardı. Birlikte ağır adımlarla yürüyorduk. Aniden durdum. Donmuştum sanki. Yüzüm simsiyah kesilmişti. Parmağımla birini gösteriyordum. Sadece bunu hatırlıyorum. Arkadaşlar da işaret ettiğim yöne baktılar. Aman Allahım, bugün yardım ettiğimiz kadın. Ondaki değişiklik ilk bakışta göze batıyordu. Saçlarını yaptırmıştı.
- Bu ne yapmış böyle? diyebildim.
- Saçlarını yaptırmış.
- Nasıl yani? Şimdi bizim yardım için kaymakamlıktan aldığımız parayla saçlarını mı yaptırmış?
- Evet, öyle görünüyor. Meç yaptırmış.
O soğuk havada bir kazan kaynar suyu başımdan aşağı döktüler gibi hissettim. Kıpkırmızı olmuş, sinirden dilim bağlanmıştı adeta.
- Bu nasıl bir iş Allahım böyle. Ben, ben ne yaptım. Nasıl bir şeyle karşılaştım.
Kimse konuşmuyordu. Kadın, olanlardan habersiz prefabriğine girdi ve kapıyı kapattı.
O gece yine zindan olmuştu bana. Kimseye bir şey diyemiyor, kendi kendime homurdanıyor, sabahı iple çekiyordum. ‘Tamam, para gitti gitmesine ama bunu onun yanına bırakmayacağım’ diyordum.
Sabah ilk işim, çalışanlardan biriyle kadını ofise çağırtmak oldu. Kadın mahcup bir şekilde, kucağında bebeğiyle öylece dikiliyordu karşımda. Utangaç ve oldukçada üzgündü.
- Neden böyle bir şey yaptın? diye sordum.
Kafasını bile kaldırmamıştı. Sıkı sıkıya bebeğini tutuyor, boş boş bakıyordu. Sesimi biraz daha yükselterek tekrar sordum.
- Nasıl yaparsın böyle bir şeyi arkadaşım. Biz o parayı nasıl bulduk, buluşturduk? Nasıl hesap veririz?
Kadın yavaş yavaş kafasını kaldırdı ve,
- Benim bu dünyadaki en büyük hayalim saçlarımı yaptırmaktı. En büyük hayalim, dedi.
Ben gülümsüyordum. Çalışanlar şaşırmış şekilde bir kadının yüzüne, bir benim yüzüne bakıyorlardı. Garip bir şeyler oluyordu. Anlamaya çalıştılar. Hatta daha sonra bana dediler ki, “o kızgın adam, gördüğü ilk yerde avını parçalayacak olan adam gitmiş, yerine verdiği tepkiyi anlayamadığımız bu garip insan gelmişti. Ne oluyordu burada? Şaka gibiydi bu olanlar. Her şey anlamsızdı bizim için. Senin, sakin ses tonuyla sorduğun soru bizi kendimize getirdi.”
- Demek senin en büyük haylin saçlarını yaptırmaktı, öylemi?
- Evet, ağbey.
- Seni anlıyorum hamfendi. Sen doğru bir şey yapmışsın. O Parayla ihtiyaçlarının bir kısmını ve hayallerinin tamamını geçekleştirmişsin. Ananın ak sütü gibi helal olsun sana o para. Şimdi çocuğunu alıp konutuna dön.
- Sağol ağbey. Allah senden razı olsun.
- Tamam hamfendi, tamam. Hem biliyor musun sen bize öyle bir ders verdin ki?
- Nasıl yani?
- Biz sizlerin sadece yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını düşündük. En büyük ihtiyacınızı, hayallerinizi gidermeyi aklımıza bile getirmedik.
….
Soğuk çayından bir yudum daha aldı. İkimizin de gözleri dolmuştu. Bir müddet hiç konuşmadık. Onu dinlerken yaşadığı şaşkınlık, sonrasında ki o anlayışlı ifadeler, hepsi ama hepsi yüzünde canlı bir tuval gibi sergileniyordu. Bir soruda ben sordum. Peki o bayana ‘ bize öyle bir ders verdin ki’ dedikten sonra neler yaşandı?
Durdu. Onurlu bir şekilde kafasını kaldırarak,
- İşte o zaman film koptu dedi.
- Nasıl Yani?
- Hemen, bizimle çalışan sivil toplum kuruluşlarıyla harekete geçtik. Deprem konutlarına bayan kuaförü istedik. Şaşırdılar ilk başta. Sonra üç arkadaş gönderdiler. Bir hafta, tam bir hafta da prefabriklerde kalan bayanların saçlarını yaptılar. Birde zihinsel özürlü kızımız vardı. Onunkini en güzel yapın dedim. Yaptılar da. O kızı bir görseydin. Saçları yapılır yapılmaz koşarak gidip, en güzel eteğini giymiş. Eteğinin uçlarından tutuyor, kendi etrafında dönüyor. Hem saçları savruluyor, hem de eteği. Akşama kadar içeri girmedi yavrucağız. Daha sonra, dramalar, atölyeler, bilgisayar laboratuarları derken buradayız işte.
İçilmeyi bekleyen son yudum çaylar kalmıştı, soğuk bardakların içinde. Yağmur taneleri dostların gözyaşlarını gizliyordu adeta. Sessiz ve çılgınca. Yüreğine sağlık ey dost, yüreğine.
Kar ayak bileklerine kadar geliyordu.doc
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...

