Altın Pencereli Ev
Güneşin doğuşu ve batışı hep yeni bir şeyin başlangıcıdır. Aslında zıtlıktan söz edilir bu durumda, herkesin durumlara göre algısı ve bakışı farklıdır. İnsanların en güzel özelliği de bu değil midir?
Belki de anlatacaklarıma de avuntu diyeceksiniz. Olsun, o da sizin bakış açınız.
İsterseniz hikayemize başlayalım.
Köyde yaşamak ve oralarda bulunan(bulunan yerine nefes alan da denilebilir belki be) küçük canlara dokunmak ayrı bir güzelliktir.
Vadi içinde ve yamaçlarının ağaçlarla bezendiği; derenin sesini her zaman duyduğunuz sınıfın kapısını araladığınızda, kapının kenarındaki duvara yaslanıp dışarıya baktığınızda derenin içindeki taşların ve kayaların üzerinden çocuklar gibi bağırış-çağırış, sevinçli-coşkulu, koştura koştura akan suyunun akışını görürsünüz. Bazen bu bakış sizi başka başka düşüncelere, başka başka yerlere alır götürür farkında olmadan. Bir küçük el, sizi yavaş yavaş bulunduğunuz ana çekmek için hafif hafi çekiştirir ceketinizin eteğinden, hafif çekişlerle ilgilenmenizi ister onunla... Ona doğru baktığınızda değince gözlerininiz gözlerine, kızmamanız için size şirinlik yaparcasına tebessüm eder. Aslında gülümsemektedir belki içinizdeki büyü(ye)meyen çocuğa… Onu sevdiğinizi göstermek için farkında olmadan elinizi onun kafasına doğru götürürken önce parmak uçlarınız dokunur o siyah saçlara sevildiğini anlayınca bir kedi gibi başını sizin bacaklarınıza yaslar, hafiften size doğru meyleder bu sevgiden cesaret alarak.
- Öğretmenim ne düşünüyorsun?
diye sorar.
- Hiç.
- Anladım.
Diyerek hızla sizden uzaklaşır ve yerine oturur. Bu dalgınlık süresinde, ne kadar zamanın geçtiğini hatırlamazsınız. Öğrencilerin sorularından anlarsınız bedeninizin orada fakat ruhunuz uzun bir zaman oradan ayrı kaldığını…
Farkında olmadan, nerede kalmıştık diye başlarsınız. Sınıftan koro halinde gelen seslerden güneşin doğması ve batması üzerine konuştuğunuzu anlarsınız. Güneş doğar ve batar ardı ardına…
Söze başladıktan bir zaman sonra okul çıkışında, evdeki kuzularını köyün karşı yamacına götüren çocuklardan birinden altın ev, altın ev sözcüklerini duyar gibi oldum, birden kendime geldim. Merak içinde;
- Altın ev nedir?
diye sordum.
- Anlatamam ki öğretmenim, görmeniz gerekir…
- O zaman beni de götürün.
dedim. Sözleştik.
Okul çıkışında onlarla beraber köyün batısındaki otlak olan yamaca doğru, kuzularla beraber yola çıktık. Küçük çobanların nesi olur yanlarında, öğretmen de onlarla beraber gideceği için, iki kişinin taşıyacağı içi yiyecek dolu bez, bir çanta ve ateşte kullanılacak çaydanlık. Kuzuların gidişine ayak uydurarak derenin üzerindeki tomruklardan yapılmış köprüden geçtik. Güneşin batmasına bir saatlik bir zaman kalmıştım.
- Buraya öğretmenim buraya, şu taşın yamacına oturalım.
Oturduğum zaman sınıfta ne demek istediklerini anlamaya başlar gibi olmuştum. Köyün bütün evleri bir bir görünüyordu.
- Hani, altın ev nerede?
diye sordum. Hep bir ağızdan;
- Güneş batarken güneş batarken.
diye seslendiler. Yolda gelirken toplanan çalı çırpı ve dal parçaları ile çoban ateşi yakıldı. Çaydanlık alelacele yanan ateşin içindeki taşların üzerine konuldu. Güneşin batması yakın çaylarımızı içmiş yemeklerimizi de yemiştik. Artık seyir zamanı gelmişti.
- Öğretmenim artık köy tarafına dikkatli bak…
demeye başladılar. Hepimiz sırtımızı kaya parçasına dayamıştık ve pür dikkat köye bakmaya başlamıştık. Güneş batmaya yaklaştıkça köydeki evlerin pencerelerinin küçük camları hafiften elmas gibi parlamaya, ayna gibi yansımaya sonrada sararmaya başladığı sırada çocuklardan;
- İşte işte altın ev, altın ev sesleri!
çıkmaya başladı. O zaman altın evin ne olduğunu anlamıştım. Yaşamımda o güne kadar belki çok defalar gördüğüm bir şeyi daha önce hiç böyle adlandırmamıştım. Onlardan öğrendim altın evi. Sonra da kızarmaya morarmaya başladı evlerin camları. Etrafıma toplandılar;
- Şimdi anladın mı? Neden anlatamadığımızı…
O kadar kısa olmuştu ki güneşin batışında renklerin birbirine geçişi her bir an farklı bir duygu kaplıyordu insanın içini.
- Altın eve, altın pencereli ev desem kızmazsınız değil mi?
dedim. Birbirlerine bakıştılar biraz düşündüler, kafalarını kaşıdılar.
- Evet evet, altın pencereli ev olsun.
Kabul biraz zaman almıştı.
- Altın pencereli evde herkesin oturma şansı olmayabilir. Sizler çok şanslısınız hem altın pencereli evde oturuyorsunuz hem de evde birlikte yaşadığınız aileniz gibi altın gibi kalbiniz var.
Hepsi tebessüm etti.
Ertesi günün okulun dağılması sırasında, okulun kapısının kenarındaki kavak ağacına yaslanmış duruyordu Sadık Çavuş. Çıkışa, yanına doğru ilerlediğimde seslendi;
- Öğretmen, şimdi seni evde bekleyenin de yok, yemeğin de yoktur. Seni altın pencereli evde öğlen yemeği yemeye davet etmeye geldim. O evdeki altın kalpli insanlarla yemek yemeye ne dersin.
Sadık Çavuş’un davetini duyan çocukların sesleri gelmeye başladı…
- Ya evi altın pencereli olmayanlar? Onların kalbi altın gibi değil mi?
soruları geldi.
- Herkesin evi bir gün altın pencereli olabilir.
dedim.
Sonraki günlerde de oraya diğer çocuklarla beraber gitmeye başladık. Herkes evinin altından pencerelerini gördü…
Sonraki günlerde de altın pencereli evlerden davetler gelmeye devam etti…
Belki hala bir yerlerde altın pencereli bir ev hikayesi anlatılıyordur.
Ne dersiniz?
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...