İktidarın Görünmeyen Yüzü Olarak Eğitimin Biyopolitiği
İktidarın Görünmeyen Yüzü Olarak Eğitimin Biyopolitiği
Efe Baştürk [1], Aybüke Uçansoy [2]
Giriş
Eğitim ile ilgili yapılan akademik çalışmaların son yıllarda disiplinler arası bir şekilde ele alınması, kavramsal ve olgusal olarak eğitimin yeni ve daha geniş kapsamlı kavram ve fikirlerle bir arada ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Başka bir ifadeyle, eğitime dönük yeni bakış açıları ya da eğitime içkin sorunsalların tespit ve çözümüne dair öneriler, eğitim alanı dışında fakat eğitime doğrudan ya da dolaylı etki edebilecek argümanların da ortaya konmasını zaruri kılmıştır. Bunun altında yatan en önemli etken, hiç şüphesiz, yaşadığımız yüzyılın epistemolojik gerçekliğidir: var olan (toplumsal) bağıntılar arası devamlılık ve süreklilik, kavramların tek başına ele alınmasının ya da dışsal faktörlerden bağımsız biçimde tanımlanmasının önüne geçmektedir. Bu epistemolojik zorunluluk, toplumsal kurum ve yapıların kurulum aşamalarının ele alınmasında bütünlükçü bir bakış açısı oluşturmayı bir kural olarak önümüze koymaktadır. Metodolojik anlamdaki bu dönüşüm, eğitim konusu alanında teorize edilecek olan çeşitli argümanlara dair kavramsal geçişgenliği de gündeme taşır. Verili bir problematiğe dair kavramsallaştırma girişimi, söz konusu problematiğin başka yapılar ile olan ilişkisinden dolayı, alternatif bakış açıları ile de desteklenmek durumundadır. Bu bakımdan, henüz giriş aşamasında şöyle bir hipotezde bulunmamız mümkün olabilir: meseleler arasında bulunduğu varsayılan bağıntılar, bize, bu meseleleri çözümlemeye yardımcı olacak kavramsallaştırmalarımızın tümel karakterini ortaya koyabilir.
Eğitim alanındaki mevcut sorunsalımız, eğitimin genel karakteristiği itibariyle, iktidar düzeneği içerisinde belirli işlev ve rollerden müteşekkil bir yapısı olduğuna dair teorik varsayımımızdır. Bu varsayımdan hareketle biz, eğitimin, sözümona “özgür birey” ya da “sorumlu yurttaş” yetiştirme projeleri vasıtasıyla, aslında iktidar tertibatına uyumlu ve bu iktidar tertibatını devam ettirecek olan uyrukları söylemsel anlamda inşa edecek olan bir ilişkisellik zinciri olduğunu iddia edeceğiz. Bu varsayım, eğitimin – bu sorunsala uygun biçimde – olumsuz bir anlam taşıdığına dair etik bir kategorizasyon içermez. Dolayısıyla da bu çalışmanın amacı eğitime dair ahlaki bir eleştiri sunmak değildir. Bu çalışma, temelde şu sorulara odaklanacaktır: Eğitim süreçleri ile iktidar düzeneği arasında nasıl bir ilişki vardır? İktidar, eğitim kanalıyla bireylere nasıl sirayet eder? Bireylerin, eğitim yoluyla iktidara tabi kılınmaları nasıl gerçekleşir? Ve sonunda, bugün okullarda cereyan eden ve eğitim alanına dair bir iç-teknik konu olan öğretmen-öğrenci ilişkisi (aslında) sosyolojik anlamda ne ifade etmektedir? Bu sorular, bize çalışmamız boyunca eşlik edecek ve eğitimin bir siyasal/sosyolojik mesele olan iktidar ile olan yakın ilişkisinin ana hatlarını ortaya koymamıza yardım edecektir. Eğitimin politik süreçlerle olan yakın ilişkisini vurgulayan bu sorunsal alanları, eğitimin özellikle yönetsellikle donatılması ve kendisini yapısal bir kerteden soyutlayarak doğrudan bireylere aktarması sürecine odaklanmıştır. Eğitimin bir iktidar dolayımı olarak örgütlenmesi ve kendisine “nesne” olarak seçtiği “öğrenci kategorisi” ise, onun, biyo-politik bir kertede işlediğinin somut tezahürü olarak karşımıza çıkar.
Bu soruları yanıtlamaya çalışırken eğitimi olumsuzlama (negation) çabasına girişmeyeceğiz elbette. Daha doğrusu, varsayımımıza dayanarak eğitim olgusuna karşı bir savaşımız da olmayacak. Biz sadece, eğitimin salt “eğitim” olmadığını, daha doğrusu, eğitimin başka birtakım süreçlerin zemini olduğunu savunuyoruz. Çalışmamız, tarihsel ve sosyolojik anlamda eğitimin, sadece insanları eğitmek amacından doğmadığını; fakat onları dönüştüren ve çeşitli nedenselliklere tabi kılarak nesneleştiren bir olgu olduğunu iddia etmektedir. Bu bakımdan çalışmamızın ana konusu, eğitimin ne olduğu değil, eğitimin başka hangi dışsallıklardan beslenerek eğitim adını aldığı sorusu üzerine odaklanacaktır.
Çalışmamızın metodolojik bağlamını eğitimin iktidar ile olan çok boyutlu ilişkisinin incelenmesi oluştururken; epistemolojik temelini ise Michel Foucault’nun iktidar çözümlemeleri oluşturmaktadır. Çalışma boyunca Foucault’nun iktidar kavramının tarihsel doğasına, sosyolojik gelişimine ve politik-iktisadi olarak yönetsel yapısına dair biçimde ortaya koyduğu argümanlardan faydalanacağız. Bu çalışma, bu nedenle dar kapsamlı bir Foucault okuması olarak da anlaşılabilir (hatta aslında öyle de olmalıdır); fakat biz, eğitimin iktidar ile olan kurucu ilişkiselliğinin doğasını anlamak açısından Foucault’ya başvuruyoruz. Dolayısıyla da bu çalışma bir anlamda Foucault’nun savunusu olarak da görülmemelidir. Son olarak bu çalışmanın, ideolojik ön yargı ve dogmalardan uzak biçimde, eğitim gibi önemli bir temanın derinsel bir çözümlemesini amaç edindiğini söylememiz gerekmektedir.
Michel Foucault’da İktidarın İzini Sürmek
Michel Foucault’da iktidar kavramı her şeyden evvel bir ilişkiler çokluğuna göndermede bulunur. Geleneksel egemenlik paradigmasından farklı olarak, onyedinci yüzyıldan bu yana gelişen ve dönüşen iktidar yapısının karakterini tahlil ederken, Foucault birtakım eylem kiplerinin ortaya çıkışını inceler. Bu eylem kipleri, modern öncesi dönemdeki egemenlik olgusundan oldukça farklı bir tabloyu karşımıza koymaktadır. Bir kere, geleneksel egemenliğin hâkim karakteri olan sınırlayıcı ve yasaklayıcı iktidar anlayışı önce disiplin edici iktidara, ardından özneleştiren-üreten iktidar yapısına doğru başkalaşım göstermiştir (Foucault, 2008: 2). Bu başkalaşım bilhassa iktidarın yukarıda sayılan özelliklerinin anlaşılması bakımından çok önemlidir. Sınırlandırıcı-yasaklayıcı bir iktidarın, disiplin edici ya da üretici bir iktidar kipinden farklılığını ortaya koymak, tam da Foucault’nun odaklandığı şeyi, yani iktidarın doğasını anlamamıza yardımcı olan temel unsur olmaktadır. Bu bölümde Foucault’nun iktidar kavramına dönük yaklaşımındaki temel bileşenlerin tanımını yapacağız ve ilerleyen bölümlerde söz konusu bileşenlerin yardımıyla iktidarın eğitim ile olan ilişkisine değineceğiz.
süreklilik ve değişim
Foucault’cu bir iktidar anlayışı, her şeyden evvel toplumsallığa çok geniş bir pencereden bakmayı gerektirir. Foucault’nun disiplinler arası (hatta disiplinler üstü) kimliği, hâlihazırdaki sorunsalların ele alınmasında birbirinden farklı bilimsel yargılara başvurmayı zaruri kılar. Farklı bilimsel alanların kendilerine has metodolojilerinin sınırlılığını hatırlatır biçimde çözümleyici değil açıklayıcı bir anlatım geliştiren Foucault, bir monogram sunar. Foucault’da bu bağlamda ilk dikkat edilmesi gereken husus, onun çeşitli araştırma alanlarından ve kavramlar düzleminden geçerek kendine has bir süreklilik ve birleşim oluşturduğudur. Bu birleşim, hâlihazırdaki sorunsalın her metinde aynı tanımdan hareketle kurgulanmamasından dolayı ilk etapta zor gelebilir. Ancak, Foucault’nun metinlerinin bütünlükçü bir bakış açısıyla okunması bu güçlüğü ortadan kaldıracaktır.
Foucault’nun yaklaşımlarını anlarken karşımıza iki soru çıkar: Hangi Foucault, ve hangi iktidar yapısıdır, bizim anlamaya çalıştığımız? Foucault’nun metinlerinde iktidar kavramı üç hareket noktasından ilerler: Bunlardan birincisi, söylem ve hakikat aracılığı ile şeyleri anlamlandıran, iç-dış ayrımını epistemolojik çerçevede kurgulayıp onu sözsel düzleme indiren ve bu sayede nomos meydana getiren bir iktidar sürecidir. Foucault, bu noktada yaşam pratiklerinin adlandırılması ve anlamlandırılmasındaki bilişsel süreci izler (Foucault, 1994). Delilik, suç, vb. kategorilerin inşası bu dönemin kilit kavramlarıdır. İkincisi, söylem ve hakikat yasalarıyla kurulu epistemolojinin yasal-ussal kerteye indirilmesi ve yasanın doğrudan dönüştürücü ve kuşatıcı bir role bürünmesidir. Bu süreç disipline edici iktidarın ortaya çıkışıdır ve Foucault bu süreci epistemolojinin neticesinde inşa edilen çeşitli disiplin kurumları üzerinden (hapishane, akıl hastanesi) anlatır (Foucault, 2000, Foucault, 2002). Dikkat edilirse, ikinci iktidar çözümlemesinin doğrudan birinci çözümlemenin devamına işaret ettiği anlaşılacaktır. Bunu şöyle de anlamak mümkündür: Deliliği kapatan, onu gözetim altına alan bir iktidar yapısının, aslında, deliliğin ne olduğuna epistemolojik anlamda hükmeden, karar veren bir iktidarın sonucu olduğu anlaşılmalıdır. Foucault’daki bu kavramsal çeşitlilik esasında bir bütünlük ve neden-sonuç ilişkisi yansıtmaktadır.
Üçüncü çözümleme girişimi biraz daha karmaşıktır. İlk iki iktidar çözümlemesinde gördüğümüz mikro süreçler, yerini makro yapıların kurulumuna, fakat hemen ardından bu makro yapısallığın yeniden mikro düzlemlere yerleşimine bırakır. Bu nedenle de bu süreci kendine has karakteristiğiyle ele almak yerinde olacaktır. Foucault, bu süreçte yine söylemin ve kategorizasyonun önemine işaret etmektedir. Yine karşımızda şeyleri tasnif eden ve onları epistemolojik kurgusallıkla anlamlandıran bir iktidar biçimi vardır. Ancak bu sefer farklı olan, iktidarın yavaş yavaş üretici bir boyuta doğru evrim geçirmesidir. İktidarın silikleştiği ve işleyiş mekanizmasını nesneleştirerek özneleştirdiği aktörlere bırakması bu sürecin momentlerinden bir tanesidir. Önceki iktidar biçimlerinin dışsallık oluşturmasının aksine, bu iktidar biçiminde hakim unsur, yaşamın içine kadar inen ve tüm mikro yapılara, ilişkiselliklere ve aktörlere kadar sirayet eden yeni bir yönetim kipinin doğuşudur. Foucault, bu yeni yönetim biçimini biyopolitika ve yönetimsellik kavramları ışığında tartışmaya açar.
iktidarın önsel görünümü: bilgi, söylem ve kategorizasyon
Hepimiz yaşamımızın her alanında karşımıza çıkan iktidar yapısının varlığını duyumsar ve onu hissederiz. Ancak iktidarın görünmeyen yüzü bu duyumsamayı adlandırma noktasında zorluk çıkarır. İktidarı devletle özdeşleştirmek ya da devleti var olan tüm iktidar ilişkilerinin yegane belirleyici formu olarak görmek hem algı seviyelerimizi yanıltır, hem de ideolojik açmazların genel yapısını anlamamıza engel olur[3]. O halde yapılması gereken, iktidarın var olan anlatımından farklı olarak yeniden kurgulanmasıdır. Foucault, bu noktada iktidar kavramının epistemolojik örgütlenmesi üzerinde yoğunlaşır ve moderniteden itibaren evreni adlandıran ve bu sayede düşünce-eylem çizgisi üzerinde belirleyicilik vasfı kazanan bilgi unsurunun yeniden tanımlanmasındaki önemine değinir (Foucault, 2011). Bilgi, dünyayı çözmemize ve şeylerin doğasını anlamaya dönük olarak insanın doğa karşısındaki edilgenliğinden kurtuluş formülüdür. Bilgi, bu yönüyle, insanın salt dünyayı yeniden çözümlemesini anlatmaz; fakat onu doğa karşısında belirleyici konuma getiren bir anahtar olarak işlev görür. Foucault’nun bilgiye bir iktidar kurulumu olarak yüklediği anlam ilk olarak burada ortaya çıkar: Bilgiye dayalı biçimde şeylerin anlamlandırılması, şeylerin doğasını anlamaya yardımcı olduğu gibi, yine şeylerin düzenini dönüştürmenin ilk adımıdır.
Foucault’nun bilgi-iktidar arasındaki bu dönüşümsel varsayımı, bilginin elde edilmesindeki metodolojik moment olarak akıl unsurunun ön plana alınmasını Foucault açısından zorunlu kılmaktadır. Foucault, bilginin iktidar sağlayıcı karakteristiğinin üzerinde çok durmaz; ona göre asıl önemli olan nokta, bu iktidar yapısının nasıl süreklilik kazanacağıdır. Bilgi ile iktidar arasındaki başlangıç noktasındaki etkileşim, rasyonalizasyon ile süreklilik kazanır. Kabaca, şeylerin akla ve aklın yasalarına uyarlanması olarak ifade edilebilecek olan rasyonalizasyon, iktidarın devamlı kılınmasının temel bileşenini oluşturur (Foucault, rasyonalizasyonun daha sonraları hesaplayan, planlayan ve yaşamı birtakım hesaplamalara dayalı biçimde örgütleyen neo-liberal yönetimselliğin başucu aracı olduğunu iddia edecektir). Rasyonalizasyon, yaşamı doğrudan kendisine hedef alır ve yaşamın içerisindeki tüm yapı ve ilişkilerin yeniden düzenleyerek yeni bir toplumsallık inşa eder. Bu inşa, epistemolojik bağlamda şeylerin yeniden tanımlanmasından, bu tanımlara göre davranış kiplerinin yaratılmasına dek uzanan geniş bir yelpazede kendisine yer bulur. Ancak rasyonalizasyonun önemi burada bitmez. Daha doğrusu, rasyonalizasyonun temel işlevi salt bilişsel bir moment yaratmamasıdır. Rasyonalizasyon, sadece açıklamaz; fakat aynı zamanda dönüştürür. Bu dönüştürücülük, tam da rasyonalizasyonun var olan şeyleri akla uyarlama yönteminden türemektedir. Epistemolojik bağlamda kabul edilen bir hakikat yasası uyarınca oluşturulan söylemler neticesinde yaşam devamlı surette ikili kategorilere ayrılır. Ve bu ayrımlar, rasyonalizasyonun etkisinde gerçekleştiği için, aslında ayrımın her iki tarafında bulunan unsurların tanımlanmasında ve bu tanıma göre tasnif edilmesinde rasyonalizasyonun belirleyiciliğini ortaya koyar. Örneğin delilik kavramı modern epistemolojinin bu hâkim rasyonalize etme çabası sonucunda ortaya çıkmıştır: Delilik, sadece akıl-dışı olma durumuna göndermede bulunmaz; fakat akıl-dışılığın söylemsel kurulumuyla akli davranışın kurallarını ortaya koyarak bir iktidar yapısını gözler önüne serer.
iktidardan biyo-iktidara: kendilik teknolojisi ve özneleşme
Foucault, modern iktidarın ayırt edici olarak ortaya koyduğu epistemolojik boyutun, kişinin kendisini yeniden kuran kendilik teknolojileriyle beraber ele alınması gerektiğini düşünür. Kendilik teknolojileri, Foucault’cu iktidar yaklaşımında iktidarın özneleştirici ve üretici boyutuna gönderme yapar. Foucault, iktidarı geleneksel egemenlik paradigmasından ayırır ve onun yasaklayıcı ya da kişiyi olduğu gibi ele alan ve kişiye dışsal bir kertede bulunan niteliği yerine, kişinin kendi kimliğini yeniden üreten ve ona toplumsallık içerisinde yeni bir öznelik yükleyen yeni bir işlevsellik önerir. Bu bağlamda iktidar, Foucault’cu düşünce sistematiğinde kişiye yasaklar koyan ya da sınırlar çizen ve onu belirli alanlardan tamamen dışlayan bir mekanizma yerine, kişiyi iktidar mekanizmasına dahil eden ve kişiyi dönüştüren pratikler bütünü olarak karşımıza çıkar (Foucault, 2012, 3. Bölüm). İktidar, kişiye çeşitli söylemler dayatır ve bu söylemlerin amacı kişiyi baskı altında tutmak değildir. Söylemler, kişiyi toplumsallık içerisinde yeniden konumlandıran ilişkilere gönderme yapar. Bu ilişkiler, bireylerin söylemsel pratikler çerçevesinde karşılıklı biçimde konumlanmalarını ve bu konumlanmaya uygun biçimde davranış formlarına tabi tutulmaları ile somutlaşır. Bu somutlama, iktidarı gizler, örter ve bireyler arası ilişkiler üzerinden yeniden iktidarı üretir. Bu bakımdan iktidar, söylemsel pratikleri bireylere dayatmak ile bireyleri iktidarın taşıyıcısı haline getirir. Ancak bu süreç, kişilerin iktidar tarafından biçimlendirilmeleri (nesneleştirme) ile başlasa da, asıl olarak kişilerin bu ilişki formlarının uygulayıcıları olarak öne çıkmalarıyla (özneleşme) devam eder. Bu nedenle de iktidarın özneleştirici boyutu Foucault’da kilit bir önem taşır.
Özneleşme Foucault’cu düşüncede çift boyutlu bir oluşumu niteler. Özneleşme, bir taraftan bireyin toplumsallık içerisinde konumlanmasını ifade eder; fakat öbür taraftan da bu konumlanmanın iktidar tarafından bireye dayatılan çeşitli hakikat yasaları ve söylemler aracılığı ile oluşmasının genel niteliğini oluşturur. Özneleşme, bireye özne olarak seslenen modern epistemolojinin bireyi kategorize etmesi sonucunda gerçekleşir. Foucault, modern epistemolojinin “kendini bil” buyruğunun kişinin kendi içsel doğasındaki kapasitesini gerçekleştirme gibi bir idealliği temsil etmediğini; fakat kişinin “kendi” olması için gerekli süreçlerin kurulumundaki gizil etmen olduğunun altını çizer. Bu bakımdan, kişinin “kendini bilmesi”, ona kendisini kurması için gerekli unsurların üretilmesine ya da sunulmasına bağlıdır. Bu neden-sonuç ilişkisi iktidarın üretici boyutunun en önemli momentini oluşturur. Kişinin kendilik kaygısına ya da kendisini üretmesine seslenen iktidar, bu bakımdan bireye dışsal bir kertede yer almaz; fakat onun kendiliğine seslendiği müddetçe kişinin içselliğine siner, yerleşir ve kişi kendilik kaygısı taşıdığı ve bu bağlamda eylemlerini biçimlendirdiği sürece birey tarafından dışavurulur. Dolayısıyla da Foucault; başlangıçta bireye dışsal gibi görünen ya da bireye dışarıdan müdahalede bulunan bir iktidar kavrayışının ötesine geçerek, bir sonraki aşamadan itibaren üretiminde bireyin aktif bir rol aldığı ve bu bağlamda süreklilik kazanan yeni bir iktidar kavrayışına ulaşır. Bu yeni iktidar kavrayışında kilit kavram biyo-iktidardır.
Biyo-iktidar kavramı Foucault’cu düşüncenin en temel kavramsallaştırma girişimlerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkar. Foucault’nun metodolojisindeki hakim tarihsellik teması, biyo-iktidar kavrayışını gündemine alır ve ana akım felsefenin aşkıncı düşünsel temasına karşı çıkar. Zira Foucault, kavramları verili olarak kabul etmez ve onların tarihsel süreç içinde birtakım etmenlerle oluştuğunu ya da dönüşüm geçirdiğini iddia eder. Foucault’nun genel epistemolojisi, devlet ya da iktidar gibi makro düzeydeki kavramları a priori olarak kabul etmemek üzerine kuruludur. Foucault’nun iktidarı bir ilişkisellik zinciri, devleti de bu zincirin halkalarından yalnızca bir tanesi olarak görmesi de bu sebeptendir. Foucault, biyo-iktidarı işte bu epistemoloji üzerinden kurgular. Buna göre, biyo-iktidarın kurulumu, hakim siyaset düşüncesindeki özne-nesne ilişkisinin değişiminden kaynaklanmaktadır (Foucault, 2008: 32). Daha önce bireye dışsal bir egemen olarak seslenen iktidarın yerini, bireyin özne haline gelmesinde belirleyici rol oynayan pratiklerin ve süreçlerin kontrolünü ve koordinasyonunu üstlenen ve bu bağlamda rasyonel bir kimliğe sahip olan, strateji üreten ve hesaplama yapan ve nihayetinde “yönetimsel” bir kerte olan neo-liberal iktidar alır.
neo-liberal yönetimsellik
Foucault’nun “yeni bir yönetim sanatı” olarak ifade ettiği ve neo-liberal ilkelerce desteklenen yönetimsellik olgusu, modern iktidarın – Foucault’cu düşüncede – üçüncü evresini oluşturmaktadır. Daha önceki evrelerde sırasıyla disiplin ve gözetim üzerine odaklanan iktidar düzeneği, neo-liberal yönetimsellik ile farklı bir aşamaya geçmiştir: Bu yeni aşama, iktidarın yaşam üzerinde kısıtlayıcı etkisini değil, tam tersine, yaşamın üretimi noktasında rol ve işlev yüklenmesi durumunu yansıtmaktadır (Foucault, 2007: 6-8). Foucault, yaşamın iktidar tarafından strateji ve hesaplama içerisine dahil edilmesi olarak tanımladığı bu süreç içerisinde, iktidarın bireye dayattığı hakikat söylemlerinin etkisinden bahseder. Bu hakikat rejiminin hareket noktası “doğal hak” söylemidir. Foucault, doğal hak ile bireye yüklenen artı-değerin bir taraftan özneleştirici boyutuna dikkat çekerken, öbür taraftan söz konusu doğal hakların korunması ve geliştirilmesi noktasında iktidarın hareket alanını genişlettiğini vurgular (Foucault,2008: 33). Ona göre, yaşamın Aristoteles’çi düzlemde çift düzlemde bölünmüşlüğü (özel-kamusal) “doğal hak” söylemi ile ortadan kaldırılmaktadır. Doğal hak, kişinin tüm sosyal yapılardan önce var olduğunu ve bu varoluşa dayalı olarak bireyin tüm sosyal yapılardan önce geldiğini ve bu yapılardan daha “değerli” olduğu savı üzerine temellenmiştir. Foucault, modern epistemolojinin “kendini bil” ilkesinin, doğal hak söylemiyle beraber “kendilik kaygısı”na dönüşen boyutunu tartışmaya açmaktadır. Sosyal düzenin en temel ve en değerli unsuru olarak “birey” kategorisinin ortaya çıkışı, söz konusu “birey” olgusunun sürdürülebilmesi ve geliştirilmesi için farklı pratikleri zaruri kılar.
Bu pratiklerin başında bireyin yaşam içerisindeki tekil konumunu sürdürmeye dönük olarak işlevselleştirilen – ki bu işlevselleştirmenin temelinde birazdan değineceğimiz olgunun söylemsel kuruluşu yatmaktadır – politik ekonomi gelmektedir. Politik ekonomi, bireyin tekil doğasına ve onun doğal sayılan (yani varlığı tartışmasız kabul edilen) haklarına dayanarak örgütlenen bir söylemler bütünüdür. Bu söylemler, bir hakikat rejimi etrafında kümelenir ve politik ekonomi ilkelerini oluştururlar. Bu ilkelerin en önemli özelliği, aslında verili bir yönetim olgusunun parametrelerini oluşturuyor gibi görünmemesi; fakat tamamen bireyin tekilliğinin korunup sürdürülmesine odaklanması üzerine bir söylem geliştirmeleridir (Foucault, 2008: 37). İşte tam bu nedenle Foucault, politik ekonominin iktidar ile olan yakın ilişkisinin izdüşümünü bu noktada tespit eder: Bu söylem, ilk etapta bireyin tekilliği üzerinden geliştirdiği anlatıyla bireyin hakları (ve doğal olarak bireyin toplumsallık içerisindeki konumu) üzerine bir kurgulama meydana getirir. Bu kurgulayış, bir taraftan hakların doğruluğu üzerine temellendiği için ilkesel bir önsellik taşır; fakat öbür taraftan da bu hakların asıl “muhatabı” olan devletin konumlandırıldığı alanı da belirlemektedir. İktidar bireyin tekilliğine seslenir ve bu tekilliği üzerinden devleti de dönüşüme uğratır ve kendi hakikat yasasına uyarlar.
Foucault, bu yeni yönetimselliğin bireyin tekilliği üzerine kurgulanan doğasının, onu yeni açılımlar yapmaya zorladığını iddia eder. Bu açılımlar, iktidarın yaşamın üretimi noktasında iktidara kapı açan süreçlerdir. Yaşamın temel tekil unsuru olan bireyin hakları üzerinden türeyen bir yasal-siyasal yapılanma, aslında şu noktaya odaklanmaktadır: Bireyin tekil oluşu ve bir özne olarak yapılandırılışı, bireyin üretici potansiyelini ortaya çıkaracak olan parametrelerdir. Ancak bu parametrelerin, yönetim olgusunun yönetimsel hale gelmesindeki stratejik önemine değinmek gerekmektedir.
Foucault, on sekizinci yüzyıldan bu yana dünya ölçeğinde meydana gelen siyasi düzenin doğasında rekabet unsurunun varlığına odaklanır. Rekabet, geleneksel egemenlik paradigmasında siyasal iktidarların yalnız siyasi anlamda düşündükleri, bu nedenle de yalnız siyasi anlamın içeriğinde bulunan unsurlarla sürdürülen bir kavramdı. Foucault, merkantilizmle beraber ortaya çıkan ekonomik rekabetin devletlerin hesaplamalarındaki etkisine değinir: Ekonomi, bağımsız yasalara dayalı biçimde devletleri kendi kuralına uymaya zorlayan yeni bir söylem olarak ortaya çıkmıştır. Ekonominin devleti dönüştürücü bir biçimde ortaya çıkışı, bir taraftan rekabetin sahasını ve araçlarını genişletirken, öbür taraftan rekabetin “aktörleri” de değişime uğramıştır. Devletlerin birbirileri ile mücadeleleri ya da var olma amaçları, bundan böyle geleneksel egemenlikte olduğu gibi salt askeri güç üzerine temellenmemektedir. Başka bir ifadeyle, rekabetin askeri alanla kısıtlı kalmayıp ekonomik alana kayması, karşımıza çok önemli sonuçlar çıkartır: İlk olarak, rekabetin askeri alanla kısıtlı kalmaması ve ekonomik alana kayması ile, devletlerin “kimliği” de dönüşüme uğramıştır: bundan evvel askeri rekabete uygun biçimde kendi içsel düzenini askeri stratejiye göre kurgulayan devletler, yerini, ekonominin yasalarına göre örgütlenen devlet modeline bırakmıştır (İmparatorluk modelinden ulus-devlete geçişin ilksel aşaması). İkinci olarak, ekonominin devletler arası rekabette merkezi önem taşıması, devletleri bu rekabette var kılacak olan yeni pratiklerin devreye konulmasını zorunlu kılmıştır: Ekonomik rekabet, ülkenin hem dışarıdaki ekonomik kaynakları ele geçirme hem de kendi içerisinde bu kaynakları kullanacak ve devletin bu kaynakları mevcut uluslararası rekabet düzeneğinde kendi etkisini artırmak için kullanmasına yardımcı olacak üretici unsurların “üretilmesi”ni zorlamıştır. Bu (inşa edilen) üretici unsurlar; bireyselliğin yayılımı ve buna dayalı biçimde bireyselliğin doğrudan inşasına katkıda bulunacak mekanizmaların kurulumudur. Bu mekanizmaların Foucault’cu iktidar analizindeki konumları, bireyleri özne haline getiren söylemlerden türemeleri; fakat aslında makro rekabet yapısının devamlılığı üzerine bu söylemi oluşturmalarıdır. Başka bir ifadeyle, Foucault bu mekanizmaların bireyleri nesneleştirerek (onları makro rekabet düzeni içerisindeki içsel kurallara zorlayarak) özneleştirdiklerini (bu mekanizmalar bireylere tekil olduklarını ve bu nedenle de kendilik olgusunu oluşturabilecekleri savını dayatır) iddia eder. Bu iddia oldukça önemlidir; zira yaşadığımız yüzyıldaki – sözümona – “özgürlüklerin” neler uğruna oluşturulduğuna dair kışkırtıcı bir soruyu zihinlere taşır.
Bir İktidar Pratiği Olarak Eğitim
Eğitim ne için gereklidir, ya da eğitimsiz bir toplum düşünülebilir mi, mealindeki sorular yüzyıllar boyunca toplumların gündemlerinde yer almıştır. Dünya üzerinde ve tarihte hiçbir toplum yoktur ki, uyruklarına[4] “iyi yaşam”ı ya da olması gerekeni zorlayıcı bir kurallar çerçevesi halinde sunmamış olsun. Eğitmek, bu bağlamda düşünüldüğünde doğrudan bir “yönetim” sistematiğine göndermede bulunur. Eğitimin kendisinin bir yönetim stratejisi çerçevesinde kurgulanması, eğitimin iktidar ile birey arasındaki ilişkide olumsal bir moment olarak belirmesini doğurur[5].
eğitim yönetselliği ve iktidar
Geleneksel egemenlik paradigmasının ana hatlarını çizen emir-itaat ilişkisi Foucault’cu düşüncede devre dışı bırakılmış, yerine de disipliner iktidar modeli getirilmiştir. Bu modelin emir-itaat ilişkisi yerine biyopolitikayı referans alması, iktidarın birey üzerindeki yönetiminde kullandığı araçlar üzerinde bir dönüşüm meydana getirmiştir. Hakikat yasalarına dayalı söylemlerin ideallik çerçevesinde kurgulanması ve bunların birtakım pratiklerle bireylere aktarılması biyopolitikanın merkezinde yer alır. Eğitim, işte bu bakımdan Foucault’cu iktidar analizinin anlaşılmasında önemli bir momente işaret etmektedir.
Eğitimin biyopolitik bir moment olarak ifade edilmesi, iktidarın yönetimselliği çerçevesinde anlaşılabilir. Foucault, egemenliğin geleneksel doğasındaki emir-itaat ilişkiselliğinin bu yeni yönetim sanatı içerisinde geçirdiği dönüşümün tarihsel soykütüğüne yönelir. Bu yeni yönetim sanatı, bedenlerin biyolojik niteliklerinden türeyen olguların idaresi, geliştirilmesi ve artırılması üzerinde yoğunlaşmıştır. Biyopolitika, iktidarın alanını daraltan ceza, yaptırım, vb. formel olgulardan daha farklı ve daha geniş bir mekanizmaya işaret eder. İktidar, sadece yaşamın sınırlandırılmasına dönük eylem ve yaptırımlarda bulunan ya da kendi söylemsel ve eylem alanını buna göre kurgulayan bir otorite mekanizması yerine, yaşamsal haz alanlarını üreten ve onların idaresini üstlenen geniş bir söylem ve pratik alanıdır. Eğitimin iktidar ile olan ilişkisindeki konumlanma da burada gerçekleşir: İktidar, kendilik teknolojilerinin aktarımındaki işlevini eğitim sürecindeki politikalarıyla somutlaştırır. Bu politikalar, bireyin ilk etapta söylemsel düzeyde bir özne olarak kurulmasından meydana gelir. Bireyin okulda “öğrenci” olarak tanınması ve o’na bundan böyle “öğrenci” olarak seslenilmesi, onun eylem ve düşünce alanını bir taraftan inşa eder; fakat inşa ettiği oranda da sınırlandırır. Çünkü bireyin öğrenci olarak tanımlanması, bireyin bir “öğrenci” olarak adlandırılmasına olanak sağlayan iktidar ilişkilerini (öğretmen, disiplin, eğitim, vb.) ve bu ilişkilerin pratikte gerçekleşeceği yapı ve kurumların varlığını (okul, sınıf, vb.) gerektirir. Dolayısıyla da bireyin öğrenci olarak söylemsel düzlemde kuruluşu tek başına mümkün olmaz: Öğrenci, bu alandaki iktidar ilişkileri ve yapılarının birer nesnesi haline dönüştüğü müddetçe özne vasfı kazanır (Şentürk ve Turan, 2012).
Özne olmanın varoluşsal gerekliliği düzeyinde yapılandırılan eğitim, Foucault’cu bağlamdaki iktidar kavramı gibi soyuttur. Soyutluğu, kesinlikle tek düze bir yapı veya statik bir çerçeveye sahip olmamasından kaynaklanır. Eğitim, tıpkı iktidar gibi, bireylere bir ağ gibi yapılandırılmış çeşitli süreçler üzerinden işleyen geniş bir “mekansızlık” durumunu tahayyül etmemize olanak tanır. Başka bir ifadeyle, Foucault’cu anlatımda nasıl ki devlet iktidarın bir alt kümesi ise ve soyut iktidar olgusunun mekansal görünümüne işaret ediyorsa, okul da eğitimin somut bir yansıması ve mekanına işaret eder. Dolayısıyla da, eğitim olgusu okul ile sınırlandırılamaz. Bu varsayımdan hareketle ileri sürülebilecek temel argüman şudur: Okul, bir yapı olarak asla kendine has bir bilgi türü ile donatılmamış olan, fakat toplumsallığın içerisinde yer alan diğer unsurları harekete geçiren ya da inşa eden başka süreçlerin etkisi altında kendisine yer tayin edilmiş olan bir kurumdur. Bu yönüyle eğitim, politik süreçlerden ayrılmadığı gibi, varoluşu gereği zaten politik olmakla eşdeğer bir nitelik taşır. Ulus-devletlerin neden eğitime bu kadar önem verdiği de tesadüfî değildir. Geçmişin aktarılmasından sorumlu olan bir bilgi türü olan tarih ya da istisnasız herkesi kapsayan vatandaşlık bilgisi gibi disiplinlerin ulusal eğitim programı içerisinde neden kendilerine has bir alan işgal ettikleri sorusu anlamsız değildir. Bireyi kendisine tabi kılmak ve kendisinin yeniden üretiminde bireyin bir özne olarak konumlandırılmasına odaklanan bir iktidar mantığı, bireyi bir düşünsel özne olarak programlamaya ihtiyaç duymaktadır. Birey, iktidar mantığının işleyişini ya da gerekliliğini, ilgili disiplinlerin eğitsel yönleri ve ahlaki buyrukları ile yüklendiği anda öğrenmektedir. Öğrenme, bilgiye ulaşma anlamında geçerlidir; fakat bilginin esas mahiyeti, verili toplumsallığın ontolojik boyutu ile tutarlı olan bilgi türlerinin üretilmesinden ibarettir. Dolayısıyla da eğitimin temel fonksiyonu, gerekli olan bilgi türlerinin aktarılması ve bu aktarımın takibinin icra edilmesidir. İşte bu icra an’ı, bireyin okul ile bağdaşık olmayıp fakat yine eğitimin denetim ve gözetiminde olduğu zamansal ve uzamsal bir momente işaret etmektedir. Eğitim, bireye sadece bilgiyi aktaran bir süreç değildir; aktarılan bilgilerin eylemlerle bütünleştiği anda ortaya çıkan ahlaki sorgulamanın yönüyle de ilgilenir. Bilgi, kendisini kontrol eden, bilginin sınırlarını ve mahiyetini düzenleyen iktidarın nesnesi olarak bireyle karşı karşıya gelir: Birey ile bilgi arasında, iktidarın denetimi devreye girdiğinden, hiyerarşik bir ilişki ortaya çıkar. İşte bu, eğitimin politize olduğu ya da politik olanın zaten eğitim yoluyla işlediğinin apaçık göstergesi olarak karşımıza çıkar. Stirner’ın vurguladığı gibi, birey bilgiyi değil, bilgi bireyi yönetir (Stirner, 1967: 23). Eğitim, bireyin içinde bulunduğu verili toplumsal alanın bütününü kapsar ve asıl amacı bireyi mevcut iktidar yapısına uyulmamaktır. Dolayısıyla da eğitim, okul gibi disiplin mekanlarını kapsadığı gibi, aslında bu gibi disiplin kategorilerinden ayrı ele alınmayı gerektirir.
Disipliner iktidardan kopuş emir-itaat ilişkisinin ortadan kaldırılması anlamına gelmez. Bedenlerin itaati halen mevcuttur; ancak biçim ve görünüm değiştirmiştir. Bu biçim ve görünümdeki değişim, Foucault’cu paradigmanın önemli noktalarından birisini oluşturmakla beraber, eğitim ile ilgili problem alanlarında da kendisini gösterir. Eğitimin, bireyleri çeşitli süreçler yoluyla “tabi kılma”[6] edimi olarak anlaşılması burada önemli bir yer tutar. Öğrencinin, bir disiplin merkezi olan okulda iktidar ile olan ilişkisi emir-itaat şeklinde bir karşıtlık durumu olarak işlemez. Başka bir ifadeyle öğrenci ile okul yönetimi arasında antagonistik bir ilişki yapılanması yoktur. Foucault’cu düşüncenin parametrelerine baktığımızda birey ile iktidar arasındaki ilişkinin dikotomik doğası aslında iktidarın sürdürülebilirlik koşulu olarak devamlı surette bireyin bir özne olarak yapılandırılmasını şart koşar. Birey, iktidarın bilgi teknolojileri ve hakikat söylemleri doğrultusunda okulda öğrenci, hastanede hasta, cezaevinde mahkum, vb. ilişkiselliklerle kuşatıldığı, bu ilişkilerin temel aktörü olarak konumlandırıldığı ve bu ilişkiselliğin iktidar tarafından belirlenen “doğal” vasfını özümsediği müddetçe bir “özne” olarak varolur. Birey, özne olma durumunu, iktidarın söylem pratikleri ve yapılarına terk eder; bu yapılar tarafından nesneleştirildiği ölçüde özne olarak nitelenir.
İktidarın varoluşunun bireyleri özneleştirmeye dayalı bir süreç olduğunu; fakat iktidarın bunu yaparken onları kendi bilgi ve söylem pratiklerine dahil etmesiyle mümkün olduğunu yukarıda tartıştık. İktidarın bireylere çeşitli bilgi ve söylemleri dayatması, iktidarın bir hakikat alanı oluşturmasına dayanır (Spring, 2010). Bu alan, bir taraftan iktidarın özneleştirme sürecine katkı sağlayacak olan bilgilerin üretimini sağlarken, öbür taraftan da üretilen bilgileri yeniden işleme koyacak olan yapı, kurum ve ilişkisellikleri bireylere aktaracak olan tertibatların kurulumuna ön ayak olur. Başka bir ifadeyle, hakikat rejimi salt epistemolojik bir tahayyül durumu değildir; aynı zamanda bireylerin iktidar tarafından kuşatılıp yeniden biçimlendirilmeleri sürecinin merkezidir.
İktidarın bilgi ve hakikat arasındaki çizgide kendisini konumlandırması ve kendisini yine buradan tayin etmesi, bireyselleşme olgusu üzerinde derin izler bırakır. Hakikatin iktidar tarafından adlandırılması ve bilgi düzlemlerinin iktidar tertibatlarının müdahaleleriyle anlamlandırılması, toplumsal sorunların, çözüm yöntemlerinin ve hatta bir bütün olarak toplumsallığın düşünümsel olarak bir tefekkür biçiminde tahlil edilmesinin önünü tıkar. Zira, toplumsallığın kendisi zaten halihazırdaki iktidar ilişkilerinin somut bir yansıması olarak belirmiştir; çözüm yöntemleri olarak dile getirilen ifadeler ise – bu fasit döngünün doğasından dolayı – iktidarın hakikat rejimiyle olan uyumu neticesinde derecelendirilecek ya da değerlendirilecektir. Bireyselleşmenin kendi içsel mantığının dahi eğitimin denetimine bırakılması, bireyleşmeye dayalı tüm imgelemlerin dahi okullaşmasının zeminini hazırlayacaktır (Illich, 2010: 40).
Sonuç
Çalışmamızın ana sorunsalında belirttiğimiz üzere, amacımız, Foucault’cu disipliner iktidar modeli ile eğitim alanındaki uygulamalar arasındaki kuramsal bağıntıyı ortaya çıkarmaktır. Bu bağıntının temelinde, Foucault’cu iktidar modellerini okullardaki ilişkisel yapılanmalarda net bir şekilde görebilmemiz yatar. Öyle ki bu modelde öğreten-öğrenci ilişkileri emir-itaat düzeneğinin ilk göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Birey, sınıfta belirlenen kuralları uyguladığı müddetçe değer görmektedir; farklı olan ya da kuralları zorlayan birey ise her an potansiyel kural bozucu olarak görülüp gözetim altında tutulmaktadır. Ancak bu kurallar asla bir dayatma ile uygulanmamaktadır; sınıf yönetiminin önemli bir basamağı olan “sınıfta düzen sağlama” bireyi o sınıfın kurallarını belirlemede sözde özgür yapmıştır. Ancak birey bu kuralları yine öğretmeni rehberliğinde belirler ve bu, bireyin kuralları içselleştirmesinde çok daha etkili olmaktadır. Biyopolitika, bu bağlamda okulun daha ilk gününde, belki de öğretmen-öğrenci ilişkinin başladığı ilk basamakta kendini ortaya koymaktadır. Öğretmen de ne yazık ki, tüm bu düzenin uygulayıcısı olma konusunda yapılandırılmış bir bireydir.
Her toplum, hem fiziksel hem ahlaksal anlamda ideal insanı yaratma çabasındadır ve bu idealini gerçekleştirmek için, kendisinin belirlemiş olduğu kural ve davranış normlarını tüm vatandaşları üzerinde tatbik etmek ister. İktidarın toplumu “vatandaş etiği” üzerinden özneleştirerek kimlikleştirmesi bunun en somut örneğidir ve temelini de eğitim sürecinden alır. “Toplumun gereksinimlerini karşılayan bireyler” yetiştirme çabası ise eğitimde kullanılan üretici-yapılandırıcı iktidarın bir başka yansımasıdır ki; bunu en iyi sosyal bilgiler dersinde görebiliriz: “Vatandaşlık aktarımı olarak sosyal bilgiler” müfredatında öğrenciye sunulan “iyi vatandaş” kavramı, öğrenciyi iktidarın normlarına tabi kılmak fakat bu arada öğrenciyi toplumun idealize edilmiş değerlerine uyarlamak suretiyle onu aynı zamanda kimlik sahibi bir özne yapma sürecini beraberinde getirir. İktidarın belirlediği kriterler doğrultusunda “iyi vatandaş” olabilen – yani vergisini ödeyen, vatani değerleri her şeyin üzerinde gören – birey, aslında, amaç doğrultusunda yapılandırılan bir araç olmaktan öteye gidememektedir. Öğrenciyi özneleştiren ve ona bir kimlik kazandırarak toplumsallığın içerisinde konumlandıran sürecin en temel basamağında bulunan öğretmenlere (genel olarak eğitim idarecilerine) çok büyük rol düşmektedir. Her şeyden evvel, öğrenciyi nesneleştiren bir eğitim sürecinin aslında gizli bir iktidar pratiğini içermesine karşılık olarak, öğrenciyi “hakikati keşfetmeye dönük biçimde” teşvik etmesi, bu sayede sorgulayıcı bir özne haline getirmeleri onlardan beklenmelidir. Eğitimi “davranış değiştirme sanatı” olmaktan çıkartmadığımız sürece, öğrenciyi de bir heykeltıraşın eline verilen ve yontulup, şekil verilmeyi bekleyen bir taş parçası olmaktan kurtaramayız. Öğrenci bir fikrin ürünü değil, hür fikrini ifade etmekten korkmaması gerektiğinin bilincinde olan bir birey olarak anlaşılmalı ve kendi kendisini yetiştirmesine olanak tanınmalıdır.
Kaynakça
Foucault, M. (1994). Kelimeler ve şeyler. Ankara: İmge.
Foucault, M. (2000). Hapishanenin doğuşu. Ankara: İmge.
Foucault, M. (2002). Kliniğin doğuşu. İstanbul: Epos.
Foucault, M. (2007). Security, territory, population. New York: Palgrave Macmillan.
Foucault, M. (2008). The birth of biopolitics. New York: Palgrave Macmillan.
Foucault, M. (2011). Bilginin arkeolojisi. İstanbul: Ayrıntı.
Foucault, M. (2012). Cinselliğin tarihi. İstanbul: Ayrıntı.
Illich, I. (2010). Okulsuz toplum. İstanbul: Oda.
Spring, J. (2010). Özgür eğitim. İstanbul: Ayrıntı.
Şentürk, İ., ve Turan, S. (2012). Foucault’nun iktidar analizi bağlamında eğitim yönetimine ilişkin bir değerlendirme. Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, Cilt 18, Sayı 2, s: 243-272.
[1] Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi Doktora
[2] Dumlupınar Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü Yüksek Lisans
[3] Burada ideolojik açmaz olarak modernitenin başat ideolojileri olan liberalizmin ve sosyalizmin anlatılarındaki varsayımsal eksikliklerden bahsediyoruz. Bizce, her ikisinin de yanılgısı iktidarı kavrayışlarındaki yanlış odaklandırmadır. Hem liberaller hem de sosyalistler çok uzun yıllar boyunca devleti değiştirmeye ya da dönüştürmeye uğraştılar. Oysa devlet, zaten toplumsallığın içerisinde işleyen çok boyutlu iktidar ilişkilerinin hem bir türevi hem de sonucuydu. İktidarı sadece devletle özdeşleştirmek yanılgısı, bir taraftan devleti sınırlandırmakla özgürlüğün genişleyeceğini savunan liberal doktrinin, öbür taraftan da devletin belirli bir sınıfın kontrolünde olmasıyla eşitliğin, özgürlüğün ve öz-yönetimin gerçekleşeceğini savunan sosyalist doktrinin çelişkilerini ortaya koyar.
[4] Egemenliğin arkaik ve antik dönemlerinden bu yana yönetilenleri tanımlamak suretiyle çeşitli kavramlar kullanılagelmektedir. Bu kavramlar; “üye”, “tebaa”, “uyruk”, “vatandaş”, vb. olabilir. Biz burada, toplum tarafından biçimlendirilmeye açık olmaları sebebiyle onları “uyruk” olarak adlandırmayı tercih ediyoruz.
[5] Foucault’cu düşüncede eğitimin olumsal bir niteliğe sahip olduğunu düşünüyoruz. Bunun açık nedeni biraz ileride değinileceği üzere; eğitimin, iktidarın biçimlendirme aracı olması durumuna karşılık olarak aynı zamanda mevcut iktidar ilişkilerini ters-yüz edebilecek bir hareketliliği içkin olarak barındırmasından kaynaklanmaktadır. Bu ters-yüz etme potansiyeli, iktidarın zorunlu nedensellikler türetmesine karşılık, eğitimin yasanın üzerinde konumlandırılabilecek bir “üstün hakikat”i pedagojik yöntemlerle ontolojik bir gerçekliğe kavuşturabilme olanağından türer.
[6] Burada “tabiyet”ten kastımız, iktidara karşı somut bir teslimiyet durumu değildir. Biz, tabi olmanın psikanalitik ve antropolojik doğasından hareket ediyoruz. Bu yaklaşımın önemli figürlerinden bir tanesi olan Judith Butler, tabi olmak ile özne olmak arasındaki etimolojik aynılığa dikkat çeker (zira her ikisi de subjectivization olarak adlandırılmaktadır). Tabi olmak ile özne olmak arasındaki Butler’cı yaklaşımın Foucault’cu düşüncedeki “nesneleşerek özneleşme” durumu ile olan benzerliğine vurgu yapıyoruz.
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...