Sarı Civciv'in Düşündürdükleri
Yusuf Ziya hocamızın sarı civciv hikayesinin düşündürdükleri…
1980 yılı. Ankara’nın 100. yıl semti. Türk İş Blokları İlkokulu. Sonradan karakol olacak olan tek katlı bir bina, karanlık bir sınıf, siyah önlük, beyaz yaka.
Annem her sabah o sert okul yakasını iliklerken yüzüme esniyor, beslenme çantası hazırlanıyor: Pazartesi pasta börek günü, salı yumurta, çarşamba peynir ekmek, perşembe zeytin ekmek…. Boynumda su matarası, mahalleden bir güruh çocukla okul yollarında, su birikintilerine basa basa…
Okul öncesi eğitimi yok o zamanlar. 7 yaşında direkt okula başlanıyor. İlk öğretmenim Kemal öğretmen, beyaz saçlı, yaşlıca. Bana göre masalcı bir dede. Masal anlatmaktan başka bir şey yapmıyor çünkü. Sürekli rapor alıyor ve dersler boşa geçiyor. Bir süre sonra büyüklerin konuşmalarından kulağımda kalanlar oluyor: Öğretmenliği bırakıp milli eğitim bakanlığında memur olmaya çalışıyormuş. Zannedersem masa başı bir görev istediği.
Bu yüzden mi dersimize gelmiyor?
Sanırım okuma yazmayı tam öğrenemeden yaz tatili geliyor. Yaz tatilinden döndüğümüzde Kemal Bey emeline erdiği için olsa gerek bizim sınıfı başka sınıflara paylaştırıyorlar. 3 arkadaşımla beraber Naciye öğretmenin sınıfına veriliyoruz. Naciye öğretmen bu durumdan hiç hoşnut değil, bunu anlayabiliyorum.
Kitaptan bir metin okumamı istiyor, okumam öyle yavaş ve kopuk kopuk ki sınıftakiler gülmeye başlıyor. Kulağımda “okuyamıyor okuyamıyor “ sesleri yankılanıyor. Yerin dibine geçiyorum.
İlk veli toplantısında Naciye öğretmen geri zekalıları benim sınıfıma vermişler diye yakınıyor. Bu durumu, annem iki gözü iki çeşme komşu teyzeyle paylaşırken öğreniyorum.
Sen misin bana “gerizekalı” diyen. O an öğretmenden öcümü almaya karar veriyorum. Ne mi yaparak? Elbette çalışarak.
Yıllar sonra geri dönüp hayatıma baktığımda hep böyle bir meta modelim olduğunu şaşırarak gözlemliyorum. Ne vakit birilerinin eleştirisine maruz kalsam, içimdeki çalışma azmi su yüzüne çıkıyor ve ne olursa olsun başarılı olmak yegane hedef haline geliyor. Kötü düşüncelere ve ön yargılara bir nevi savaş açıyorum.
Nitekim çok kısa bir zamanda sınıfın en çalışkanları arasına girerek Naciye öğretmeni günah çıkarmak ve annemden özür dilemek zorunda bırakıyorum. Benden özür dilemiyor elbette, ben hiçbir şeyden anlamayan küçücük bir çocuğum ne de olsa. Annemin incinen gururunun tamir olması daha önemli benim için. Üstelik Don Kişot vari açtığım tek taraflı savaşın galibi benim.
3. sınıfın yarısında Naciye öğretmen siyasi görüşünden ötürü başka bir okula sürülünce – 12 Eylül dönemi- arkasından ağlayan arkadaşlarıma bakakalıyorum.
Kendimi ne kadar zorlasam da gözümden tek bir damla yaş gelmiyor.
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...
Düşündüklerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim. Sanırım bu anlatılar bizlerin nelere dikkat etmemiz de birer örnek olacağını düşünüyorum. İyi ki varsınız. Heybedikileri paylaşmak dileğiyle...
Yusuf Ziya Güldere
26.4.2013
Teşekkürler Yusuf Ziya hocam. İçime atıp yıllardır kimseyle paylaşmadığım bir hatıradır bu. Bazı şeyleri anlatabilmek için üzerinden çok zaman geçmesi gerekiyor.
Daha önce de konuştuğumuz gibi duygusal istismar son zamanlarda üzerine çok fazla kafa yorduğum bir konu. Kaldı ki bizler fiziksel istismarı da fazlasıyla yaşamış bir nesiliz.
Okul yıllarıma baktığımda heybede pek de tatlı hatıralar yok. Üçüncü sınıftan sonra da hiç sevgiyle, saygıyla mihnetle anacağım bir öğretmenim olmadı benim. Benim tek ve gerçek öğretmenlerim kitaplar oldu. Bu yüzden aradan yıllar geçse bile sınıf öğretmenini arayan insanlara hep gıpta etmişimdir.
Güzelliklerle hatırlanan bir öğretmen olmak en büyük dileğim.
Aysun Yağcı
26.4.2013
Aysun Hocam maalesef buna benzer anılarla anılan çok meslektaşımız var..mücadelemiz öğrencilerimizin bizleri gülümseyerek hatırlaması...iş dönüp dolaşıp vicdana geliyor. .gerisi teferruat...sevgiyle
Hoşeda Ebru Kaynar
26.4.2013
Çok doğru söylüyorsunuz Ebru hocam. "Vicdan" anahtar kelime.
Aysun Yağcı
26.4.2013
Bulldog (hafızamda öyle yer etmiş, adını unutmak istemiş kara kutum) suratlı bir Türkçe öğretmenim olmuştu, İstanbul'da okurken. İçime falan atmadım, öğrencilerime bile anlatıyorum bazen, sohbetlerimiz esnasında. Affettim çünkü bana söylediklerini. Dar kalıplarına, şartlanmışlıklarına, kişilik sorunlarına verdim yaptıklarını. Hatta beni hırslandırdığı, ondan sonraki hayatımda Türkçe ve edebiyat derslerimde kazandığım başarılar adına hayalimde ona bir de madalya verdim. Bazen daha fazlasınızdır, karşınızdakinin gördüğünden. Gözlük numarası yanlıştır, yetmez sizi algılamasına. O sizi küçük gördü diye küçülecek değilsiniz ya! Ya o gözlüğünü değiştirecek ya da siz büyüyeceksiniz... "Büyüttün beni!" yazdım madalyasına. Siz de büyümüşsünüz, dökemediğiniz o damlalar bu günceyle akmış gitmiş aslında.
Dilber Engin
17.5.2013