Öğrenme Yaşantılarının Mesleki Gelişime Etkisi
Geçenlerde devlet okulunda sınıf öğretmeni olan arkadaşımla eğitim seminerleri hakkında konuşuyorduk. Kendisi aynı zamanda bir ÖRAV (Öğretmen Akademisi Vakfı) eğitmeni.
Sene sonuna doğru okullarına milli eğitim müfettişi gelmiş. Müfettiş, kapıdan girer girmez müdüre arkadaşımın adını vermiş ve kendisini çağırmalarını söylemiş. Müdür öğretmeninin soruşturma ile işinin olmayacağını biliyormuş ama yine de onun adına endişelenmiş. Arkadaşım müdürün odasından içeri girip de konuşmalar başlayınca durum açıklığa kavuşmuş.
Müfettiş, ÖRAV’ı açıldığı ilk günden beri takip ediyormuş ve eğitimlerine katılmayı çok istediği halde bir türlü bunu gerçekleştirememiş. Görevli olduğu ilde, ÖRAV eğitmenlerinin hangi okullarda olduklarına bakmış ve teftiş için okul seçerken bir ÖRAV eğitimcisiyle tanışabilmek amacıyla arkadaşımın çalıştığı okula gelmiş.
Teftiş tamamlandığında müfettiş okuldaki öğretmenlerle toplantı yapmış. Onlara çok şanslı olduklarını, ilde yalnızca üç kişi olan ÖRAV eğitmenlerinden birinin okullarında çalıştığını söyleyerek kendisinden mümkün olduğu kadar çok faydalanmaları tavsiyesinde bulunmuş.
Müfettiş okuldan ayrıldıktan sonra bundan etkilenen müdür, arkadaşımdan bu eğitimi seminer döneminde okulda yapmasını rica etmiş. Arkadaşım sevinerek girişimleri başlatmış. Yaş ortalaması 30 olan ve 16 kişiden oluşan öğretmen grubunda bir iki kişi hariç kimse bu eğitimi almak istememiş.
Bu eğitimi almış ve öğretmenliğe bakış açımda pek çok şeyin değiştiğini bizzat yaşamış biri olarak öğretmenlerin bu kadar faydalı bir eğitimi bile alma konusunda isteksiz olmaları beni gerçekten çok üzdü.
Peki neden öğretmenler eğitim almak istemiyorlar? Bu genç yaşta neden bu kadar tükenmişler? Bence sebeplerden bir tanesi, öğretmenlerin birer öğrenci olarak olumlu öğrenme yaşantılarına sahip olmamaları. Öğretmenlerden öğrenmeye ilişkin anılarını anlatmalarını istesek eminim ki çok az olumlu anıya rastlarız.
Bir öğretmen arkadaşım yıllar önce yolda bir öğrencisiyle karşılaşıyor. Öğrencisi büyümüş, iş güç sahibi olmuş. O yıllardan sende ne kaldı diye soruyor öğrencisine. Öğrenci cevap veriyor : “Öğretmenim, hani kışın yanan sobanın başına oturup sizin saz çalıp bizim türkü söylediğimiz anlar var ya, işte onu hiç unutmuyorum.” Çünkü beyin bilgiyi pozitif duygularla birlikte kodluyor. Çocukta olumlu duyguları harekete geçiremeyen bir ders, istediği kadar güzel anlatılsın kalıcı olamıyor.
Kendi öğrencilik hayatımdan aklımda yer eden birkaç kesit, öğrenme yolculuğumuzun gidişatı hakkında daha rahat bilgi verir diye düşünüyorum.
80’li yıllar… Etin senin, kemiği benim yılları… Gün aşırı çeşitli sebeplerden haksız yere yenen ve anne babaya söylenemeyen sıra dayakları… Öğretmenlerin cetveli bir çocuğun eline vurduklarında daha ne kadar acıtabileceklerinin ince hesaplarını yaptığı yıllar… Duygusal istismarları saymıyorum bile ve alabildiğine bastırılmışlık.
Ardından ortaokul ve lise… Tüm sınıfın ortasında tekme tokat dayak yiyenleri, yalnızca saate baktı diye kafası tahtaya vurulanları göre göre hissizleşmeye başladığın yıllar… 80 dakikalık blok ders boyunca yalnızca düz anlatım tekniğini kullanan öğretmen karşısında çok fazla seçeneğin yok: Ya yanındakiyle konuşacaksın ya sıranın altından gizli gizli kitap okuyacaksın ya da astral seyahat. Ben sonuncusunda epeyce ustalaşmıştım. Öğretmen anlattıkça ruhun bedenini terk ediyor ve ders dinlermiş gibi yapan kendini ve arkadaşlarını dışarıdan görebiliyorsun.
90’lı yıllar
Üniversite… Türkiye’nin en yüksek puanlı eğitim fakültelerinden biri… Lisedeki 80 dakikalık blok derslerin yerini alan 3,5 saat süren kürsü konuşmaları… Hoca gözünü kapatır, konuşmaya bir başlar, Asya’dan girip Antartika’dan çıkar. Ön sırada hiç durmadan not alan ve hocanın ağzından çıkanı kelimesi kelimesine not alan öğrencilere pusula gönderilir, hocanın hangi konuda konuştuğu sorulur, onlar da bilmezler, yalnızca yazarlar. Sınav zamanları rica minnet istenerek fotokopi çektirilen notlardan bir şey anlamanın imkanı yok. 60 kişilik sınıftan çıt yok, meditasyonun ileri aşamaları…
Hiç kimse çıkıp sormaz. Yahu senin kazanımın ne? Bu dersin sonunda öğrencilerin ne yapabilmesini bekliyorsun? Yıllar sonra karşında oturan öğrenciler öğretmen olduğunda senin anlattıklarından neyi, ne kadar hatırlayacaklar? Eğitim fakültesinde öğretmen yetiştiren bir hoca olarak seni model alıp dersi üç saat boyunca hiç ayağa kalkmadan ve aynı ses tonuyla mı anlatacaklar?
Derken aydınlanma anı, kendin için önemli bilgiyi önemsiz bilgiden ayırt etme aşamaları, önceliklerin değişmesi, anfi yerine kütüphanede geçirilen zamanlar, sonuna kadar kullanılan devamsızlık hakları, yerine imza attırmalar ve yaşasın kendi kendine öğrenme deneyimi…
Öyle bir ders işleyeyim ki ve bu dersi işlerken öyle bir yöntem kullanayım ki öğrenciler ileride öğretmen olduklarında bunu kullanabilsin diyen akademisyen sayısı yok denecek kadar az.
Hal böyleyken 4. sınıfta başlayan staj uygulaması… Sahadaki tükenmiş, bezgin öğretmenlerle ilk karşılaşma. Biz de mi onlar gibi olacağız korkusu…
Resme dışarıdan bakınca Türk eğitim sisteminin kişinin spritüel tekamülüne faydaları konulu bir tez yapılabilir gibi gözüküyor, onca yıl içimizde biriktirdiğimiz ve zaman zaman rüyalarımızda ortaya çıkan travmaların hayatımızdaki izlerini saymazsak elbette.
Bu kadar olumsuz bir öğrenme yaşantısının içinde bile biri çıkıp tüm hayatını etkileyen sihirli bir dokunuş yapabiliyor. Bendeki aydınlanma anını tetikleyen ve içimdeki öğrenme aşkını uyandıran ise her zaman saygıyla andığım başka bir öğretmen. Böyle bir öğretmenle tanışmamış olsaydım sanırım ben de o tükenmişlik okyanusunun dalgalarında savruluyor olurdum.
Şimdi ise bizlerin vakit kaybetmeden o öğretmenlere dokunmamız ve öğrenme serüveninin içine dahil etmenin bir yolunu bulmamız gerekiyor.
Bir öneri:
Biliyorum ki ister devlet okulunda olsun ister özel okulda tüm şartlardan bağımsız iç motivasyonu yüksek, araştıran, sürekli kendini yenileyen, öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan insanlar var. Sayıları az evet; ama varlar. Öğrencileri bir mıknatıs gibi kendilerine çekiyorlar, yeni yöntemler geliştiriyorlar, uyguluyorlar ve uygulama sonuçlarını meslektaşlarıyla paylaşmaktan keyif alıyorlar.
İşte mesele, işin mutfağında çalışan lider öğretmenleri bulup çıkarmak ve henüz sahaya adım atmamışken genç öğretmen adaylarıyla tanıştırmak. Öğrencilerin dersine, bir saat akademisyen giriyorsa bir saatine de okulda uygulamanın bizzat içinde olan ve gerçekten işini severek yapan bir öğretmen girmeli. Öğretmen adayları mesleğe heyecanla başlamalı. Daha öğrenecek çok şeyin olduğunu bilmeli ve öğrenmekten keyif almalı. Böyle bir başlangıç motivasyonu, çalışırken de eğitimlerle desteklendiğinde eminim ki Türk eğitim sistemi açısından çok farklı bir tablo ortaya çıkacaktır.
Yeni şeyler öğrenmekten keyif almayan bir öğretmenden, öğrencilerinde 21. yüzyılın en önemli becerilerinden olan “öğrenmeyi öğrenme” yeterliliğini oluşturmasını beklemek gerçekçi olmasa gerek.
“Öğrenme bir serüvense bu serüvenin içinde ben ne kadar varım?” Her gün bu soruyu sordurabilirsek öğretmenlere yeni sihirli dokunuşlar yakın demektir.
Aysun Yağcı
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...