Eserler okuyucusu kadar büyüktür
Şiir, roman ya da öykü; resim, heykel ya da mimari tarihin uzaklarından süzülüp gelen güzelliklerdir/seslerdir aslında.
Yazıldığı/yaşandığı dönemin ışığıdır aynı zamanda onlar.
Her ne kadar bir yazarı, çizeri, şairi, ustası varsa da kimse umursamaz genellikle yazanı, çizeni, şairi...
Şiir bıraktığı iz, öykü yarattığı heyecan, resim ortaya koyduğu sürükleyicilik kadardır.
Bir duyguyu, beklentiyi, hatırayı canlandırırlar genellikle... Oysa tanımsızdır onlar bilir misiniz?
Hüzündür bazen aşk gibi coşku, öfke, kıskançlık olurlar. Ayrılık, özlem, belki buluşma derken vuslata uzanır duygu denilen derya. Tere dönüşür bir gencin bakışında. Elinin kınası henüz kurumamış gelinlerin kaş altından saklı gizli gülüşmesine kapı aralarlar.
Ve böylece herkes, seven her yürek almak istediğini alır. Kişi kendini, kendi öyküsünü bulduğu sürece, iç dünyasının algılandığını anladığı sürece sahip çıkar esere.
Kavgadan nefret edene kahramanlık öyküleri anlatmanın çok da mantığı yoktur. Bozlakla içini hafifletene gazeli sevdirmek güçtür anlayacağınız.
Sevgili dersin mutlaka kendininki dökülür dudaklarından. Sensiz gece dersin aşk yüreğini hoplatır. Özlem dersin gözleri çakmak çakmak oluverir, çünkü aklındaki mutlaka kendi yavuklusudur.
(Sahi söyler misin dev güzel senin muhteşem benim dinlendirici bulduğum ve yine senin seve seve paylaştığın dizelerde sen sencelik, ben bana görelik bulmasaydım eser anlamlı olur muydu hiç?)
O arada şiir, öykü, resim yarışmalarını da hep anlamsız bulmuşumdur. Bana beni anlatan bir şiir, yüreğimi ıssız adaya göçtüren bir tablo, gidip göremediğim Balıklı Göl’ ü, Sürmene Manastırı’ nı, Pamukkale’ yi, Ani Harabeleri’ ni ayağıma getiren öykü başkasına da anlamlı gelmek zorunda mı ki şiir, roman, resim yarışmaları düzenlenir.
Bundandır eserler okuyucu tarafından yazanın gözüyle okunmazlar, izlenmezler. Çizenin fırçası kimseyi ırgalamaz. Ancak coşku dolan yürek, gören göz, işiten kulak, yoklayan dilin sahibi içinde kendini bulursa esere sahip çıkar!
Tıpkı anamın bulgur aşı, kesekli ayran, bir yumruk darbesiyle ezilen kuru soğan ve Anadolu’ da şepit de denilen yufka ekmekten oluşan sade yer sofrasına yüreğini katması gibi… Ve o sofradaki yufka ekmek ile sulu sulu bulgur aşının sessiz sessiz buluşması, uğrun uğrun kucaklaşması, derin derin sevişmesi gibi… Ve sonuçta bu nefis manzaranın tüm yorgunluları hafifletmesi, bereketli beklentiyi tetikleyip yoksulluk denilen kısır döngüyü yok etmesi…
“Sen gözlerinle anlat sevdanı / Ben gülüşümle / İkimizden başka / Bırak bilen
olmasın… / Gömelim sevgiyi / Gözlerine / Gülüşüme! ” diyebilen ay bakışlı şairin dizelerinin “Pişmanım, / Seni seviyorum / Üzgünüm / Düşünemedim / Seni sevdiğimi söyleyemedim / Keşke bu kadar geç kalmasaydım / Seninle kurulmuş olsaydı yuvam /Diyorsun / Anladım / Ama gözlerinle / Dudağın niye suskun? ” diyen sel gibi tırısa kalkmış dizelerine selam durarak neden üçüncü bin yıla damga vurup, güzelliğini ve güncelliğini korumasın ki…
Bu dolu, dopdolu hatta bakışı ay gibi temiz, kümülüs gibi sevda kokan dizelerle büyüyen gönül niye tüm kötülükleri, bıkmışlığı, garipliği ve peşmurde kılıklı duruşu önüne katıp cehennemin dibine atmak için niye sevdadan beslenerek tırısa kalkan az önceki muhteşem “sel” gibi birinciliğe koşmasın ki…
O zaman söyler misin cantanem, “Sensiz akşamların yorgun gecelerine” misafir olamayanlar için ve “Ben seni sevmeyi sevdim! ” diyemeyenler için neyin, niçin anlamı olsun ki...
Güzellik, ancak hissedilirse, seni/beni/hepimizi kucaklarsa ya da biz onu kucağımıza alabilirsek hayaller hayal olmanın ötesinde dev bir güzelliğe dönüşebilir değil mi?
Tıpkı senin/benim/bizim yaptığımız gibi...
Yusuf İpekli
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...