İsmail Hoca (Öykü)
GÖREV ADAMI İSMAİL HOCA
- İsmail Hoca,
- Efendim abi,
- Nereye bu saatte, köye gitmeyi düşünmüyon heralde,
- Gidecem, komutan gidecem.
- Ya dur ne yapıyon sen. Bu saatte gidilir mi hiç?
- Yok komutanım gitmem gerekiyor.
- Ya kardeşim akşam olmak üzere bu gece bizimle karakolda kal. Yarın sabah gidersin. Ne olacak sanki?
- Valla komutanım bana engel olma. Yarın sabah okulu açmam gerekiyor.
- Ya tamam kardeşim anladık okulu açman gerekiyor, şimdi araba da yok, bir buçuk saat yürünür mü akşam akşam? Hem yükünde var. Gel inat etme Hoca, sabah git sabah. Havada bozuk zaten.
- Yok komutan beni sakın engelleme. O çocukların beni nasıl beklediğini bir bilsen böyle ısrar etmezsin. Sen zannediyor musun ki ben burada kalsam sabaha kadar uyuyacağım. Hayır, arkadaş benim sabah illa ki okulu açmam lazım. Hem onlara hikâye kitapları da aldım. Ben gidiyorum. Sağol komutan. İnşallah bir şey olmaz…
….
Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin uzak bir köyüne öğretmen olarak atanmıştı, İsmail. Köyde tek öğretmendi. Beş sınıfı birden okutuyor, hem de idarecilik yapıyordu. Ayda bir ilçeye gidiyor, maaşını ve resmi evrakları alıyordu. Yine böyle bir dönüş gününde trenden istasyonda inmiş, köye gitmek isterken istasyondaki karakol komutanı ile bu konuşmaları yapmıştı.
Sırt çantasında öğrencilerine kendi maaşıyla aldığı hikâye kitapları, resmi evraklar ve market alış verişi vardı. Gerçi resmi evrakların çoğu Tebliğler dergisiydi, hiç değilse onları karakola bırakıp daha sonra ki günlerde aldırabilirdi ama bunu da yapmadı. Hızlı hızlı yürüyerek köye bir an önce varmak istiyordu. Sabah altmışın üzerindeki çocuğun bu soğukta koşarak okula gelip, geri dönecek olması onu oldukça rahatsız edecekti. Onuru ve meslek aşkı buna asla müsaade etmezdi. Hava soğuktu. Karanlık çökmeye başlamıştı. Sırtındaki yük ise gittikçe ağırlaşıyordu.
Ogün, karanlıkla birlikte buralarda hiç görülmemiş bir sis ortalığı kaplamıştı. İsmail artık önünü göremiyordu. Yolu yarılamış olmasa geriye dönmeyi bile düşündü, ama artık iş işten geçmişti. Elini yüzünden biraz uzağa tutuyor, görmeye çalışıyordu ancak on beş yirmi santimden elini dahi göremiyordu. Yürüdüğü yol gündüz bile görenleri korkutacak derecede dar ve uçurumun kenarındaydı. Rastgele yürümeye çalışsa ya ayakları uçuruma doğru gidiyor, ya da dağa doğru yöneliyordu. Kendisini teselli etmeye çalışsa da garip bir hisse kapılmıştı. Ürpermeye başladı. Artık korkuyordu.
Bir el feneri ne kadar lazım olmuştu şimdi. Durdu. Kibrit yakmaya başladı. Kibritin ışığında hiçbir şey göremiyordu. Buda çözüm olmamıştı. Çantasını indirip, istemeye istemeye tebliğler dergilerinden birini tutuşturdu. Ateşi eline alıp devam etmek istedi ancak yine önünü göremiyordu. Ateşi başının arkasında taşımanın belki daha mantıklı olacağını düşündü. Denedi. Evet, işe yaramıştı. Ateşi arkasında tutuyor olması birkaç metre görüş alanı oluşmasına yetmişti. Hiç yaşamadığı bu tecrübeyi deneyerek elde etmişti. Hızlanmaya başladı. Tebliğler dergilerinden biri bitince diğerini yakıyordu. Nihayet son tebliğler dergisini yaktı. Geriye hikâye kitapları kalmıştı. Onları yakmayacaktı. Kararlıydı, her ne olursa olsun o hikâyeler öğrencilere bir şekilde ulaştırılacaktı. Kesinlikle yakmayacaktı.
Bu düşüncelerle yoluna devam etmeye çalıştı. Bir ağaç parçası bulmayı çok ümit ediyordu. Taşlık bir bölgede olduğunu biliyordu. Yinede ümidini kesmek istemedi. Çare üretmek için beynini çatlatırcasına zorluyordu….
Ayağının altının boş olduğunu hissettiğinde içinden kocaman bir parçanın kendini boşluğa çektiğini hissetti. İlk aklına gelen uçuruma yuvarlanıyor olmasıydı. Tüm çaresizliğiyle bir şeylere tutunmak için çabaladı. O, kısacık zaman diliminde var olmakla, ümitsizlik arasında defalarca gel – git yaşadı. Derken kendini bir çukura yuvarlanır buldu. Artık omuzlarına kadar suyun içindeydi. Uçuruma yuvarlandığını düşünürken kendini suyun içinde bulması onu iyice şaşırtmıştı! Bir yandan düştüğü durumu anlamaya, bir yandan da sırt çantasını kavrayarak havada tutmaya çalışıyordu. Kitaplar ıslanmamalıydı. Sabah buradan geçerken yolun yarısının sularla kaplanmış olduğunu hatırlayamamıştı. Bir gayretle sudan çıktı. Çantanın ıslanmamış olmasına seviniyordu ama artık dayanacak hali kalmamıştı. Üstüne üstlük birde ıslanmasının ona verdiği üşüme eklenmişti. Islanan sadece elbiseleri değildi İsmail Öğretmenin. Duyguları da ıslanmıştı. Ağlamaya başladı. Çaresiz kaldığını düşünüyordu. Belli belirsiz duygularla yürümeye devam etti. Yerden taşları topluyor. Bir iki metre mesafeye atıyor, eğer tok ses gelirse birkaç adım yürüyordu. Eğer taş boşluğa gidiyorsa bu sefer yönünü değiştirerek tekrar deniyordu. Uçuruma gidip gitmemesi, taşlara bağlıydı. Tam o sırada ayağına bir şeyin sarıldığını hissetti. Önce yılan diye irkildi. Yapacak bir şeyi yoktu. Durmuş öylece bekliyordu. Yavaş yavaş elini ayağına sarılan şeye doğru uzattı. Göremiyordu. Aniden yakaladığı gibi yukarı doğru çekti. İşte o zaman rahatlamıştı. Bu bir ağaç dalıydı.
Ağaç dalını eline almış yere vura vura bir ama misali yolunu bulmaya çalışıyordu. Yere vurduğunda ses geliyorsa birkaç adım atıyor, ses gelmiyor, boşluğa sallanıyorsa uçuruma gideceğini artık kestirebiliyordu.
Bir buçuk saatlik yol beş buçuk saatlik işkenceye dönüşmüştü. Şimdi sıcacık sobanın başında bir elinde ıhlamur bir elinde hikaye kitabı, geleceğine ışık tutacağına inandığı çocuklarına, yavrularına başka başka hikayeler okuyordu.
(Sevgili İsmail AKTAŞ Hocama atfen ) Mart - 2011
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...
Fedakarlık, mesleğini, öğrencilerini sevmek bu olsa gerek. Okuyupta etkilenmemek mümkün değil, teşekkürler.
Özgür Paşüncüklü
17.3.2011
İsmail hocamdan canlı dinledim, hakikaten etkilenmemek elde değildi.Özgür hocam okumuş olmanız ve paylaşımınız için teşekkür ederim.
VEYSEL PARLAK
17.3.2011
Hocam çok duygulandım,paylaşımın için teşekkür ederim.
Serpil Soylu
17.3.2011
teşekkürler hocam,sağolun
VEYSEL PARLAK
18.3.2011