Your browser (Internet Explorer 6) is out of date. It has known security flaws and may not display all features of this and other websites. Learn how to update your browser.
X
Babalar Günü 2 Beğendim Spam Favorilerime Ekle Değerlendir

Babalar Günü

Yaşını başını almış iki çocuk ki ikisi de yetim, babalar günü’nden önce ne konuşurlarsa onlar da onu konuşuyorlardı, yani babalarını. Geride bırakamadıkları çocukluklarından bugüne taşıdıkları, bir türlü sararmayan fotoğraflarını anlatıyorlardı, birbirlerine. Çünkü ikisi de biliyordu ki bir fotoğrafı sarartan karanlıktı. Ne kadar çok gün ışığı, o kadar canlı renk demekti hafıza-i beşer için.

Biri babanın ne demek olduğunu babası kendine sımsıkı sarılmış, az önce son nefesini teslim eden dedesi için ağlarken öğrenmişti. Yokluğunu sarı yirmibeş kuruşlarla unutturmaya çalışan babasının yokluğunda kendine yoldaş olan dedesineydi gözyaşları. Küçücük omzu sırılsıklam olurken anlamıştı “baba”nın ne demek olduğunu, bir de kendi kızını kollarına aldığı o ilk gün.

Diğeri ise bir bayram alışverişinde bir ayakkabıcıda... kendisine babasının nasıl olduğu sorulduğunda, babasının yüzünden bir gölge gibi geçen bulutu gördüğüne yemin edebilirdi. Oysa güle oynaya girmişlerdi dükkana. Her zamanki gibi birbirleriyle şakalaşarak, hiçbir zaman hiçbir şeyi beğenmeyen ablasına takılarak... bir de babasını toprağa verdiklerinde.

Sırtsırta oturdular ve ilki anlatmaya başladı:

“Haylazdım, sokaktan içeri girmezdim. Annecağızımın dili kopardı beni seslemekten, ben yine de oralı olmazdım. Ta ki hava kararana kadar. Babamın gelmesine yakın vakitlerde içeri girmezsem beni babama söylemekle tehdit ederdi de ancak öyle girerdim eve. Babam... hep geç gelirdi. Her sabah o gün erken geleceğine dair söz verirdi, ama hep geç gelirdi. Bir tek o gün, ilk kez o gün erken gelesi tutmuştu. Nasıl olmuştu? İçeri yeni girmiş, soluğu hemen sofanın en büyük odasında almıştım. Muzurluğa devam edeceğim ya, burnumu cama dayayıp, yoldan gelen geçene dil çıkarırken yakalanmıştım dedeme. “Eşek sıpası. Kocaman adam oldun, hala mı uslanmazsın?” demesiyle, feryat figan “Ama siz de bir karar verin artık. Büyüdüm mü, çocuk muyum, neyim ben? Bakkala bile ablamla gönderiyorsunuz, dil çıkarınca büyümüş oluyorum.” diye karşı çıkmam bir olmuştu. Ki o anda gördüm o iki öfke çukuru gözü. Babam hışımla üzerime yürümüştü ki dedem mani oldu. “Çocuktur,yapma.” O gece dedemin kucağında uyuyakalmışım.Sabah uyandığımda babamı trabzanların orada bana sarı yirmi beş  kuruşu bırakırken gördüm. Görmezden geldim. O kuruşa da elimi sürmedim. Tıpkı ondan sonraki her sabah birikmeye başlayan kuruşlara sürmediğim gibi. Ta ki bir sabah...

Bir sabah dedem odasından çıkmadı, yatağından kalkamadı. Beni giydirip, apar topar okula yolladılar. Döndüğümde evin içinde huzursuz, ne yaptığını bilmeden oradan oraya koşturan bir kalabalık vardı. Bayramdan bayrama zor gördüğüm akrabalar, komşular ve babam... Acıdan yüzü kömür karasına dönmüş babam. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlıyordum ama ne olduğunu bir türlü çözemiyordum. Sırtını dayadığı armut ağacından güç almaya çalışıyor gibiydi. Koşarak gittim yanına, “Baba!” dedim. Fırtına koptu. Boynuma sarılıp, hıçkırarak ağlamaya başladı. “Babam” diye sayıklarken evden bir çığlık yükseldi. Zaman durdu. Şimdi zaman ahşap bir tabuttu, içinde çocukluğumuzu toprağa taşıyan. Baba-oğul o gün büyüdük.”

Diğeri, gözyaşları içinde kalmıştı. Kendi hikayesini ağlayarak anlattı.

“ Arife günüydü. Alışverişe çıkmıştık. Ben, ablam ve babam. Babasının biricik kızları. Ben küçük olandım. Ablam nazlıydı, titizdi, müşkülpesentti. Kendi istediği alınsa bile mutlu olmazdı. Oysa babam bize hep yetişkin gibi davranır, her olayda fikrimizi sorardı. Hep de orta yolu bulurdu. Ben ise hep vurdumduymazdım annem ve ablama göre. Ne olsa olurdu benim için. Bir çakıltaşından, bir deniz kabuğundan kocaman bir evren yaratırdım kendime, onlar bunu anlamazdı. Beni bir tek babam anlardı.

Sevinçle ilerliyordum, çünkü sırada ayakkabıcı vardı. Çoktandır beğendiği o kırmızı ayakkabılar sonunda benim olacaktı.

Babam bulunduğumuz yerde çok tanınan, bilinen biriydi. O yüzden girdiğimiz her dükkanda hal-hatır sorulmasına en az yirmi dakika harcamaya alışmıştık. Olsundu. Ayakkabı dükkanının sahibi de hiç geri kalmadan hemen hal hatır sormaya girişti. Bir farkla. Dedemin nasıl olduğunu da sordu. İş-güç derken çok zaman olmuştu haber almayalı. Babamın gülümsemesi yüzünde dondu, kaldı. Hiç kimse anlamadı. Tek tanık bendim. Dedem gideli çok olmuştu. Babam ne diyecekti şimdi? Tutmakta olduğum eline daha bir sıkı sarılarak, başımı kaldırıp babamın gözlerinin içine baktım. Ve babam konuştu:

“ Babam ikametini değiştireli beri ondan haber alamadık. Ne o arayabiliyor, ne de biz.”

Dükkan sahibi şaşkın gözlerle babama bakıyordu. Ne olduğunu anlamamıştı. Haberleşme şansı olursa selam söylemesini istedi babamdan. Babam ince bir gülümsemeyle,

“ Selamınızı götürürüm götürmesine de gittiğimde geri dönemeyeceğimden size onun selamını getiremem. Sırası gelen gidiyor” dediğinde anlamıştı adamcağız ne olduğunu. Utançtan kızarmış yüzünü hafifçe saklayarak baş sağlığı diledi. Ben de babama bir kez daha aşık olduğumu hissettim. Bir ölüm ancak bu kadar güzel haber verilebilirdi. Oysa ben onu kaybettiğimde bu kadar ince olamadım.”

diyerek bitirdi öyküsünü.

Boşlukta sallanan iki öyküyken, bir araya geldiklerinde bir kitap gibi ölümsüz ve dirençli oldular. Anlattıkları mı öyküydü, kendileri mi öyküleşmişlerdi kim bilebilir? Işığınız bol olsun.

Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...