Your browser (Internet Explorer 6) is out of date. It has known security flaws and may not display all features of this and other websites. Learn how to update your browser.
X

bilgiden özbilgiye

Yrd. Doç. Dr.Miraç Özar - İstanbul Aydın Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi

miracozar

 

Bilgiden özbilgiye


Bu yazının amacı eğitim alanında bugüne kadar geliştirilmiş teorileri tekrar etmek değil. Temel amaç, eğitim sistemimizin bazı öğelerini 'yapılandırmacı' eğitim anlayışı ve yeni araştırma bulguları doğrultusunda gözden geçirip, üzerinde düşünmeye değer sorular sormak. Bu yazı, konuyla ilgili diğer bilimsel ve yapıcı tartışmalara zemin hazırlarsa amacına ulaşmış demektir.

 

'Eğitim' kavramını çok farklı şekillerde tanımlamak mümkün. Bu kavramı tek bir kelime ile tanımlamak zorunda olsaydık, buna 'müdahale' diyebilirdik herhalde! Nedeni ise, eğitim sonucu kişinin algısı, tutumu, tercihleri, ahlak anlayışı, yapabildikleri ve/veya yapamadıklarına müdahale ederiz. Böyle bakıldığında hayatın kendisi bir eğitim sürecidir, ama, bizim konumuz okullarda verilen eğitim.

"Bir atla bir karınca arasında benzerlik göremiyorum" diyen bir çocuğa, "Bu iki canlının baş, gövde, kol ve bacaklarının birbirleriyle oranları açısından bir benzerlik olabilir mi?" diye sorduğunuz ve başka bir açıdan düşündürmeye başladığınız andan itibaren, o kişinin algısına müdahale etmişsiniz demektir. Konuya böyle de bakılabileceğini gösterdikten sonra kişi artık kıyaslama yaparken görünenin ötesinde ilişkiler arayacaktır. Bakış açısı, algısı yeniden yapılanmıştır artık. Peki 'Eğitimde Yapılandırmacı Yaklaşım' nedir? Bu anlayışın temelini Jerome Bruner, Jean Piaget ve Lev Vygotsky'nin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.


Yapılandırmacı yaklaşım özünde aşağıdaki temellere dayanmaktadır:

*Yeni bilgiler/kavramlar önceden yapılanmış bilgilerin üzerine bina edilir ve ilişkilendirilir.

*Bilginin tekrarı değil, bilginin transferi ve yeniden yapılandırılması önemlidir.

* 'Öğrenenin' bilgiyi yapılandırmasına, oluşturmasına, yorumlamasına, geliştirmesine, sorgulamasına ve neden-sonuç ilişkisi kurmasına fırsat verilmelidir.


*Okumak ve dinlemekle beraber, tartışmaya katılmak, fikrini savunmak, hipotez kurmak ve fikirleri paylaşmak gibi öğrenme sürecinde 'öğrenenin' etkin katılımı sağlanmalıdır.

*Bilginin biriktirilmesi ve ezberlenmesi değil, 'öğrenenin' kendi yorumunu oluşturması ve analiz etmesi önemlidir.


*Yapılandırmacılıkta, öğrenmeyi öğrenmek ve bilgiyi anlamlı kılmak amaçlanır.

*Yapılandırmacı değerlendirmede ürün değil süreç değerlendirilir.

*Öğretmen, bireysel farklılıklara uygun seçenekler sunar ve her 'öğrenenin' kendi kararını kendisinin oluşturmasına yardımcı olur.


*Öğretmen otorite değil, yol gösterici, rehber, sınıf içinde gözlemci ve yönlendiricidir.

*Öğretmenler, problemleri çözmek yerine, öğrenenin problemleri çözmesi için ortam hazırlarlar.

*Bu anlayışa göre sosyalleşmek ve sınıf içi etkileşim çok önemlidir. Ayrıca, öğrenenin öğrenme sürecinde aktif olması ve kendisine yeteri kadar zaman tanınması bu yaklaşımın olmaz ise olmazlarındandır. (Brooks & Brooks)


Bu yaklaşımda öğrenene:


*Bu konu ile ilgili ne düşünüyorsun?

*Niçin böyle düşünüyorsun?

*Nasıl bu sonuca ulaştın?” gibi sorular yöneltilir.

*Öğrenene, 'evet' veya 'hayır' yanıtı gerektiren sorular yöneltmekten özellikle kaçınılır.

'Yapılandırmak' sözcüğü tanım itibariyle içerisinde 'süreç ve değişim' kavramlarını içermekte. Bu iki kavramın, 'zaman' gerektirdiği de aşikar. Öğrenme 'öğrenende' gerçekleştiğine göre, öğrenenin yeni bir yapılanmaya gitmesi amaçlanmaktadır. Burada kastedilen şey, öğrenmeler sonucu beyin hücrelerinde ve bu hücrelerin birlikte oluşturdukları/yapılandırdıkları yeni ağlardır. Peki ama öğrenilecek şeylerin sonu yok, her konuyu ne kadar ve hangi derinlikte incelememiz gerekiyor?

Her gün tansiyonunuzu sabah, öğlen ve akşam ölçseniz, elde ettiğiniz şey 'veri' olacaktır. Bu verileri işlerseniz ve veriler arasında ilişkilendirme yaparsanız/korelasyon kurarsanız (örneğin, yemek ve hareketten sonra tansiyonun arttığı gibi) 'veri' artık 'enformasyona/bilgi'ye dönüşür. Elde ettiğiniz enformasyonu/bilgiyi kişisel çıkarımlarınızla karşılaştırıp sonuçlar çıkarırsanız ve sorgularsanız 'enformasyon/bilgi' 'özbilgiye' dönüşür. Konuyu tüm boyutlarıyla düşünebiliyor ve görünenin ötesine geçmeyi başarabiliyorsanız, artık 'bilgelik' mertebesine ulaştınız demektir.

Bazı kavramları yanlış kullanıyor olabilir miyiz? Örneğin, profesyonel hayatta saygı duyduğumuz insanlara 'çok bilgili kişi' diyoruz. Bu gerçekten ne demek? Bu kişiye 'bilgi bankası' demek istemediğimiz kesin. 'Hafıza kartı' sıfatının nesiyle övünülür ki? Burada söylenmek istenen şey, o kişinin konuyla ilgili öz-bilgisi, becerileri, çıkarımlarıdır. Hukuk kurallarını ezbere bilen ama bu kurallar arasında ilişki kuramayan bir avukatınız olsun ister miydiniz?

Öğrenme olgusu kimyasal bir değişimdir. Öğrenme sonucu beyin hücreleri yeni ağlar oluşturur. Bu ağların zenginliği ve birbirleri ile olan ilişkileri kişinin zihinsel kapasitesinin göstergeleri arasındadır. Literatürde 'zeka' kavramı çok farklı şekillerde tanımlanmakta. Eski Yunanda 'zeka ve hafıza' neredeyse aynı kavramlar gibi kullanılmaktaydı. Kişinin hafızası ne kadar genişse o kadar zeki sayılırdı. Günümüzde ise, üst düzey düşünme becerileri, muhakeme, transfer edilebilir özbilgi ve beceriler ön plana çıkmakta.

Günümüzün bilimsel bulguları, zekanın çok boyutluluğu ve karmaşık doğasıyla ilgili elde ettiğimiz veri, bilgi ve özbilgiler bizleri şaşırtmaya devam ediyor ve öğrenme olgusuyla ilgili işin kolayına kaçmamızı engelliyor. Matematik zekası iyi olan bir kişi, basketbol veya futbol maçında oluşabilecek bir pozisyonu doğru 'okuyamadığı' için yanlış karar verebiliyor. Bunun tersi de mümkün olabiliyor. İnsan, farklı bağlamlarda farklı performanslar sergileyebiliyor. Bu yazıda Howard Gardner'ın çoklu zeka teorisini veya Dunn&Dunn'ın öğrenme stillerini tekrar etme gereği görülmemiştir.

Burada biz eğitimcilere düşen görev, kişileri 'zeki veya az zeki' diye ve hatta hakarete varacak sıfatlarla etiketlendirmek değildir. Bizlerin esas görevi, parmak izi kadar biricik özelliğe sahip farklı beyinleri, öğrenenleri tanımaya çalışmak ve onların bilişsel yapısına uygun öğrenme yaşantıları düzenlemektir.

Biz okullarda öğrencilerimizin hangi konuları, hangi derinlikte, hangi becerileri hangi düzeyde yapmalarını istiyoruz? Liseden mezun bir öğrenciden kimya öğretmeni kadar kimya 'bilgisine', fizik öğretmeni kadar fizik 'bilgisine', tarih öğretmeni kadar tarih 'bilgisine' sahip olmasını bekliyor olabilir miyiz? Türkiye'nin en iyi ilköğretim okulu ve liselerinden mezun yetişkinlerin kaçı Mondros ve Lozan Antlaşmaları'nın farkını ortaya koyarak ülkemiz için önemini tereddüt etmeden anlatabilir? Bunun yanında, bu kişilerden kaçı günlük hayatta işine yarayacak şekilde hacim hesaplarını hatırlar ve yapar? Kaçımız kendinden emin olarak ana renkleri sayabiliriz? Bu sorulara hemen cevap veremeyen birçok insan ne özürlü, ne de tembel! Peki neden?


Eğitim sistemimiz için genel itibariyle 'neredeyse semantik hafızayı ölçen ve sınav odaklı bir sistem' diyebilir miyiz?

Tek bir değişkenli problem değil bu kuşkusuz. Bu durumu açıklayan sebepler arasında:

*Eğitim programlarının yapısı ve kapsamı,

*Öğretmen yetiştiren kurumların insan kaynakları ile ilgili sıkıntıları,

*Birçok öğretmenin kendini hâlâ 'bilginin kaynağı' ve öğrencileri de 'içi doldurulacak çanaklar' gibi algılaması,

*Öğrenme sürecinde birçok öğretmenin öğrenciden daha aktif olması,

*Eğitime ayrılan kaynakların sınırlılığı,

*Mevcut kaynakların öğretmen yetiştirmeden çok materyallere harcanması vb. sayılabilir.

Bu kadar karmaşık bir problemi tüm değişkenleriyle ele almak bu yazının amacını aşıyor; ancak, James E.Zull'ın 'The Art of Changing The Brain' adlı kitabında yer alan bilimsel bulgulara dayanarak aşağıda yer alan açıklamalar, yukarıdaki soruların cevabının bir kısmını bulmamıza yardımcı olabilir (Zull): FMRI görüntüleme sisteminden elde edilen bilgilere göre, insan beyninde düşünme, planlama, analiz etme gibi üst düzey becerilerin yapılabilmesi için kullanılan 'Cerebral Cortex/Neo Cortex'in' ön ve arka kısmı farklı fonksiyonları yerine getirmek için kullanılmaktadır:

B- Arka Cortex (Back integrative Cortex)/Geçmiş

*Yaşanmış olaylarla ilgili hafıza,

*Gidilmiş/görülmüş yerlerle ilgili hafıza,

*Dili anlama,

*Yaşanmış olaylarla ilgili resimlerin hafızada canlandırılması,

*Yaşanmış olaylara ilişkin duygular,

*Belirli olaylar, kişiler, yüzler ve yaşantılarla ilgili uzun vadeli hafıza.

F- Ön Cortex (Front integrative Cortex)/Gelecek

*İki şey arasında seçim yapmak,

*Harekete geçme kararı vermek,

*Harekete geçmek ile ilgili duygular,

*Sorumluluk,

*Zihinsel enerji,

*Tahmin etmek,

*Yaratıcılık.

Zull İnsan beyninin fiziksel yapılanmasına bakıldığında, beynin arka kısmının 'geçmişi', ön kısmının 'geleceği' kontrol ettiğini ifade etmiştir. Örneğin; yeni bir kavramla karşılaşıldığında (duyulduğunda, görüldüğünde) o kavram bizim için artık geçmişte kalmıştır.

Onu geleceğe taşımak için öğrenenin, aktif bir biçimde o kavram üzerine kendinden bir şeyler katarak (kendi cümleleriyle tanımlamak, yeniden oluşturmak, geliştirmek vb.) harekete geçmesi gerekmektedir.

Dengeli öğrenmenin gerçekleşebilmesi için öğrenenin bilgiyi (yazılı, sözlü ve/veya görüntülü) sadece arka cortex ile algılaması yetmiyor (aşağıdaki şekilde 'B' harfi ile gösterilmiştir). Dengeli öğrenme için öğrenenin öğrenilecek konu ile ilgili yaratıcılığının harekete geçirilmesi ön cortexi kullanması ('F' ile gösterilmiştir) gerekmektedir (hipotez oluşturması, oluşturduğu hipotezi test etmesi vb.) (Zull)

Arka korteksi daha çok bilgiyi alan (receptive) bölge ve ön kısmı da bilgiyi öz-bilgiye dönüştüren yansıtan (reflective) bölge olarak tanımlayabiliriz. İlk olarak karşılaştığımız bir tanımı geçici olarak kayıt etmemiz o bilginin henüz bizim bir parçamız olduğu anlamına gelmez. Bu bilginin öz-bilgiye dönüşmesi ve bizim olabilmesi için yapmamız gereken bir dizi işlem var.

Algıladığımız bu yeni kelime veya kavramı bildiklerimizle kıyaslamak, o kelime veya kavramı bildiklerimizle ilintilendirmek yapmamız gerekenlerden bazıları. Bir başka değişle, pasif olarak aldığımız bilginin öz-bilgiye dönüşmesi için ön korteksimizin aktif hale gelmesi gerekiyor. Açık uçlu sorular sormak, hayal kurmak, yeni hipotezler geliştirmek ve bu hipotezleri test etmek, eyleme geçmek vb. pasif olarak aldığımız bilgiyi bizim bir parçamız haline getirmemiz (mevcut beyin hücrelerinden oluşmuş ağın bir parçası olması) için yapmamız gerekenler arasında. Bunları yapmaz, bilgiyi pasif olarak alırsak (televizyon seyretmek gibi) aslında Kolb'un sözünü ettiği 'Öğrenme Döngüsünü' tamamlamamış oluruz.

Öğrenme döngüsünü hatırlayalım:

1. Somut Yaşantı: Yeni bir kelime, kavram, imaj veya objeyle karşılaşmak Bilgiyi almak

2. Kişisel Yansıma:
Yeni karşılaşılan kelime, kavram, imaj veya objeyle ilgili önceden öğrenilenleri hatırlamak ve karşılaştırmak-Analiz


3. Soyutlama/Hipotez Oluşturma:
Yeni karşılaşılan somut yaşantıyla ilgili yeni fikirler ve yaklaşımlar oluşturmak-Yaratıcılık

4. Test Etme: Yeni oluşturulan hipotezin test edilmesi-Harekete geçmek
Peki okullarımızda öğrenme döngüsünü tamamlayıp öğrendiğimiz her şeyi bizim bir parçamız haline gelmesinin önündeki en büyük engeller ne?

Bunlardan bazıları:

*Gereğinden fazla yüklü, kapsamı gereğinden fazla geniş öğretim programı/müfredat,

*Sınav odaklı eğitim sistemi,

*Hafızanın üst düzey düşünme ve muhakeme gücünün üstünde tutulması,

*Öğretmenin öğrenciden daha aktif olması,

*Öğrenme sürecinde tüm öğrencilerin öğrenme stillerinin aynı olduğunu varsaymak ve onların algısal tercihlerine uygun şekilde öğrenme ortamları sunmamak.

Öğrenme döngüsünü tamamlamak demek aslında öğrenilen konular arasında beynimizde fiziksel olarak bağlantı kurmak anlamına gelir. Bunun tersini yaptığımız, ezbere dayalı bir eğitim sistemi öğrenmenin doğasına ters düşmektedir. Mevcut ilköğretim ve orta öğretimin kapsamı düşünüldüğünde, her konu için öğrenenin öğrenme döngüsünü tamamlaması için yeterli zaman var mıdır? Yapılandırmacı eğitimin temelinde, öğrenene öğretim programı kapsamında yer alan konularla ilgili bağlantı kurma fırsatı verme ve yeteri kadar zaman tanıma yatmaktadır.

"Bu anlatılanlar güzel de, konuları yetiştirmemiz için bu döngüyü tamamlamaya zaman yok" demek, aslında şu ifadeyle eş değerdir: "Sistem gereği ben öğrencilerimi ezberlemeye ve hafızalarını test etmeye mecburum, bunun adı öğrenme olsun ya da olmasın!"

Kolb'un öğrenme döngüsünü okul hayatımızda karşılaştığımız her bilgi, kavram ve geliştirmemiz gereken her bir beceriyle ilgili tamamlamamız için öğretim programının içeriğinin öncelik sırasına konularak daraltılması gerekir. Mevcut bilgi odaklı öğretim programı öğreneni pasif bir şekilde bilgiyi ezberlemeye itmektedir (öğrenmenin doğasıyla ilgili öğretmen eğitimi ve öğretmen tutumu ayrı bir makalenin konusu olacak kadar ciddidir ve burada bu konuya değinilmemiştir).

Öğretim programının içeriğini yetiştirme kaygısı ile pasif olarak alınan bilgi şüphesiz öğrenme değildir. Bu yolla alınan bilgi Benjamin S. Bloom'un taksonomilerinin ilk basamağında kalmaya mahkumdur.

Ülkemizin yakın ve uzak tarihini ve dilimizin kökenini öğrenme döngüsünü tamamlayarak anlamadan mezun olan gençlerimizi, lale devrinin özelliklerini ezberlemeye zorlamanın yapılandırmacılıkla ne gibi bir ilgisi olabilir? Yapılandırmacı yaklaşım gereği, bir öğrenci tarihe kendi ailesini ve soy ağacını araştırmakla başlayabilir. Bu, bugünü yaşayan öğrenen için anlamlıdır. Peki, henüz ön ergenliği yaşayan 'öğrenenden' hayatında hiçbir ilişki kuramayacağı (var olan bilişsel yapısının bir parçası haline getiremeyeceği) humbaracılarla ilgili 'bilgiyi' pasif bir şekilde almasını beklemek yapılandırmacı yaklaşımın neresinde yer almaktadır?

Biz eğitimciler kendimizi çocuklarımızın 'geliştiricisi' olarak görmek durumundayız. Bilimsel öğrenme ortamları oluşturmak, öğrenenlerin üst düzey düşünme becerileri geliştirmeleri için bilimsel yöntemler kullanmak bizlerin asli görevidir. Öğretim programlarının kapsamını oluştururken bilimsel verilerden uzaklaşmak ve 'yetiştirme' kaygısı uğruna 'öğrenmeyi' feda etmek gelecek nesillere haksızlık olur. Bu bağlamda, ilköğretim ve orta öğretim programlarının alan uzmanları tarafından yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Bunu yaparken en çok neye dikkat etmeliyiz?

Eğitimde program geliştirme kabaca üç aşamadan oluşur:

1. Planlama

2. Uygulama

3. Değerlendirme.

Bu aşamalardan sadece birini ele almak ve orada değişiklik yapmak sistemin verimli çalışmasını engeller. Dolayısıyla, yapılandırmacı eğitim yaklaşımını benimsedik diyebilmemiz için planlama aşamasında eğitim programlarının kapsamını yeniden ele almamız gerekir; örneğin, 7.sınıf öğretim programında yer alan 'iyonik ve kovalent bağları', yine aynı seviyedeki 'Tımarlı Sipahiler ve Divan-ı Hümayun'la ilgili 'bilgiyi' öğrenenden ne kadar süreyle ödünç almasını/ezberlemesini bekliyoruz?

Referanslar:

*Brooks, J.G; Brooks, M (1999) “In search of understanding: The case for case for constructivist classrooms, ASCD.

*Kolb, D.A. (1984) “Experiential learning: Experience as a source of learning and development”, Prentice Hall.

*Zull, J.E. (2002) “The Art of Changing the Brain”, Stylus Publishing

 

Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...