giriş
GİRİŞ
Tüm canlılar dünyanın yüzeyinde ya da yüzeye çok yakın ince bir toprak katmanında yaşarlar ve güneş enerjisinin dışındaki gereksinimlerini bu katmanın içerdiği kaynaklardan karşılarlar. Yaşamın sürmesi için gerekli olan su, oksijen ve diğer maddeler bir tek kez kullanılsaydı şimdiye kadar hepsi çoktan tükenmiş olurdu.
Doğadaki tüm işlevlerin çevrimler halinde düzenlenmiş olması bu işlevlerin sonsuza kadar yinelenmesini sağlamaktadır. Hava, su, toprak, bitkiler ve hayvanlar arasında sürekli bir alışveriş olması yeryüzünün zenginliklerinin tekrar tekrar kullanılabilmesine ve böylelikle yaşamın sürmesine olanak verir.
Doğadaki bu çevrimlerde madde inorganik formdan organik forma ve organik formdan inorganik forma geçmekte ve kaybolmadan değişmektedir.17. asırda yaşamış olan Antoine Laurent LAVOISIER ”Tabiatta hiçbir şey kaybolmaz, hiçbir şey yaratılmaz sadece şekil değiştirir” şeklinde kütlenin korunduğunu ve sadece şekil değiştirdiğini ifade etmiştir.
Tüm canlılar büyümek, hareket edebilmek ve yaşamsal işlevlerini sürdürebilmek için enerjiye gereksinim duyarlar. Bu enerjinin ana kaynağı güneştir. Güneş tüm canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan enerjiyi verir; karaları ve üzerlerindeki havayı ısıtarak rüzgârları oluşturur ve yeryüzündeki suların buharlaşıp atmosfere karışarak, su çevrimine girmesini sağlar. Yeşil bitkiler çevrelerindeki temel öğelerden besin üretmek için güneş enerjisinden yararlanırlar. Üretici denilen bitkiler su ve karbondioksitin oksijen ve karbonhidratlara dönüşmesini sağlayan fotosentez sürecinde güneş ışığını kullanırlar. Karbonhidratların bir kısmı topraktaki minerallerle birleşerek bitkinin gelişmesini sağlar. Geri kalanı ise çoğunlukla yapraklarda biriken ve gerektiğinde enerji kaynağı olarak kullanılan bir besin deposu oluşturur. Bitkilerin aksine kendi besinlerini kendileri üretmeyen hayvanlar bitkilerde depolanan besini tükettikler ve tüketici olarak adlandırılırlar.
Yeryüzündeki tüm canlılar çok büyük ve karmaşık bir besin ağı içinde birbirlerine bağlanmıştır. Bitkiler güneş enerjisini kullanarak besin üretir ve böylelikle hayvanlara yaşamaları için gerekli enerjiyi sağlarlar. Yaşam süreçlerini tamamlayan bitki ve hayvanlar ölürler ve kalıntıları topraktaki bakteriler, mantarlar ve böceklerden oluşan ayrıştırıcılar tarafından humus ve minerallere dönüştürülür.
BİYOLOJİ
Biyoloji canlıların iç ve dış yapılarıyla, doğuş ve yaşayışlarını, ortamla olan ilişkilerini ve canlılarda görülen her türlü hayatsal olayları inceleyen bilim dalıdır. Doğal çevrim içerisindeki canlıların iç ve dış yapılarıyla, doğuş ve yaşayışlarını, ortamla olan ilişkilerini ve canlılarda görülen her türlü hayatsal olayları inceleyen bir bilim dalı olan Biyoloji ’nin, bitkilerin yapı ve hayatsal olaylarını inceleyen bölümüne Fitoloji(Phytos+Logos-Botanik) ve hayvanları inceleyen bölümüne Zooloji (Zoo+Logos) denir. Botanik bilim kolu incelediği konulara göre aşağıdaki bölümlere ayrılır.
1. Morfoloji (Morphologie): Bitki morfolojisi bitkilerin iç ve dış yapısını inceler. Morfoloji, bitkilerin organizasyonundan ve bilhassa bitki şekillerinin yapılış plânları ve tiplerinden bahseden dış morfoloji ile bitki vücudunun içyapısından bahseden iç morfoloji - anatomi olmak üzere iki büyük kola ayrılır. Morfoloji, bitkinin bir canlı organizma olması bakımından: hücre bilimi (Sitoloji-Cytologie), doku bilimi (Histoloji-Histologie), organ bilimi (Organografi-Organographie) gibi kollara da ayrılabilir.
Sitoloji(Hücre Bilimi): Hücrelerin yapısını, organellerini ve işlevlerini inceler.
Histoloji(Doku Bilimi): Doku ve organların ince yapısını, bileşenini inceler.
Organografi(Organ Bilimi):Organların yapısını ve işlevlerini inceler.
a-İç Organografi: Organların içyapısını inceler.
b-Dış Organografi: Organların dış yapısını inceler.
2.Fizyoloji: Bitkilerin hayatsal faaliyetlerini fizik ve kimya kurallarına göre inceleyen botanik dalıdır.
Metabolizma Fizyolojisi(Madde Değişimi)
Büyüme ve Gelişme Fizyolojisi
Hareket Fizyolojisi
3.Genetik: Kalıtsal karakterlerin dölden döle geçişinin kurallarını saptar.
Klasik Mendel Genetiği
Moleküler Genetik
4.Sistematik(Taksonomi):Bitkileri filogenetik gelişimlerine göre, küçük, büyük gruplar halinde toplayan botaniğin bir koludur. Bitkileri ayrı ayrı inceleyerek, aralarındaki ayrılık ve benzerlikleri tespit ederek, bu özelliklere, menşe ve doğal akrabalık ilişkilerine, filogenetik gelişmelerine göre, bitkiler âlemini tür, cins, familya, takım ve daha büyük gruplar da doğal bir sistem altında toplamaya, gruplandırmaya çalışmaktır.
5. Bitki coğrafyası (Geobotanique-Geobotanik): Bitkilerin dünyamız üzerindeki yayılışlarını ve bu yayılışın sebeplerini tespit eder.
6. Paleobotanik (Paleophytologie - Phytopaleontologie): Jeolojik devirlerde yaşayıp günümüzde var olmayan bitkiler hakkında araştırmalarda bulunur. Bu fosillerin şimdi yaşamakta olan bitkilerle ilişkilerini, akrabalık derecelerini araştırır, böylece doğal sistemin boş kalan, yerlerini doldurmaya çalışır.
7. Bitki Sosyolojisi: Çayır, orman, bataklık gibi çeşitli bitki topluluklarının hayatlarını inceler.
8. Ekoloji(Oecologie): Bitkilerin zararlı ve faydalı vasıflarını bu vasıfların bitkinin yaşadığı çevreye uymasından ileri gelip gelmediğini, dolayısıyla bitkinin yaşadığı çevreye uyma şeklini araştırır.
9- Evrim(Evolüsyon): Bitkilerin basit yapılı canlılardan ilk meydana geldiği zamandan günümüze gelinceye kadar birey ve topluluk halinde geçirdikleri değişiklikleri inceler.
Teorik botaniğin yukarıda gösterilen kolları da ikinci derecede şubelere ayrılır. Botanik bilimi bitkilerden, elde edilen bilgilerin insanlık için de faydalı olması için çalışmalar yapar. Bu sebepten ortaya, bitki hastalıkları bilimi (Phytopathologie), farmokognozi (Pharmacoghosie) ve ziraat, orman, bahçe bitkileri gibi tatbikî botanik ve onun birçok kolları çıkmıştır.
10. Farmakobotanik: İnsan ve hayvan sağlığı yönünden faydalı olan tıbbî bitkileri, bunların çeşitli organlarından elde edilen drogların, hazırlanış ve elde edilişleri, kapsadıkları etkin maddelerle, kullanıldığı yerleri inceler.
Biyolojinin Tarihi
Yaşamla ilgili bütün belirtileri inceleyen bilim dalıdır. Biyoloji terimi ilk olarak 1802 yılında Lamarck tarafından kullanılmıştır.
Günümüzden yaklaşık 2300 yıl önce, Yunanlı bilim adamı Polibus,”İnsanın Doğası Üzerine” adlı bir kitap yazmıştır.
Günümüzden yaklaşık 2000 yıl önce Eski Yunanlılar(Hippokrates, Alkmeon, Theophrastes, Aristoteles ) ilk temel ilkeleri açıklamışlardı; ama canlının yapısını ele alan bilim dalının, öncelikle, yaşama büyülü bir anlam veren ve yaşamı anlamaya çalışanları dinsizlikle suçlayan mitolojiye karşı savaşması gerekmekteydi.
Aristoteles (MÖ 383–322), ele aldığı organizmaların işleyiş biçimleriyle açıkça ilgilenmediği halde, şaşırtıcı derecede kesin betimlemeler bırakmıştır. Çalışmalarını “Hayvanların Tarihi, Hayvan Nesli Üzerine” ve “Hayvan Vücutlarının Kısımları Üzerine”adlı kitaplarında toplamıştır. Aristoteles, canlıların oluşumları ve hayvanların davranışlarını incelerken onları sınıflandırmaya çalışmıştır. Onu bu görüşleri öylesine olumlu bir yankı uyandırdı ki, Ortaçağ ‘da da büyük bir saygı ile karşılandı; ama bu aşırı saygılı tutum, söz konusu düşünceleri tartışılmayacak gerçekler saydığı için, sonuçta biyolojinin gelişmesini engellemiş oldu.
M.S. 50’ de Yunanlı hekim Dioskurides Akdeniz memleketlerinde yetişen 600’ e yakın bitki hakkında” Materia medica” adlı bir izahname meydana getirmiş ve bu izahname XIII. Ve XV. Yüzyıla kadar hâkim olmuştur.
M.S 23-79 yılları arasında yaşayan Pliny otuz yedi kitaptan oluşan “Natural History” adlı eserinde, bütün doğal olaylar yanında zooloji, tıp ve diğer konulara da değinmiştir.
İlkçağ’ da dikkati çeken Galenius( M.S 131–200) ’un düşünceleri, tartışılmayacak gerçekler sayıldığı için 15 yüzyıl boyunca, tartışılmadan benimsenmiştir. Galenius, çalışmalarında maymun ve keçi kullanmış, bunlardan edindiği bilgileri insana uygulamıştı.”Anatomikal Preparasyonlar Üzerine” adlı kitabı devrinin standart el kitabı olmuştu.
Roma imparatorluğu’ nun çöküşünden Rönesans ‘ a kadar bireylerin hiç eleştirmeden resmi makamların öğretilerini ve yeni düşüncelere karşı çıkan bir tutum benimsenmesi sonucunda, bilimsel anlayışta hiçbir önemli gelişme olmamıştır.
İlk büyük bilinçlenme, rönesans’ taki düşünce devrimiyle ortaya çıktı.1542 yılında Andre Vesale büyük ün yaptı. İnsan bedenine yeni bir düşünce biçimiyle ve gözlemci bir bakış açısıyla yaklaşan “De humani corporis fabrica “ adlı bir yapıt yayınladı.
Andre Vesale ‘ nin eski öğrencilerinden W.Harvey, 1615 yılında kan dolaşımını ortaya koyarak eski öğretilerin başarısızlığını gözler önüne serdi.
1580 yılına doğru bulunan ve canlı organizmaların konum ve görevleri konusundaki düşüncelerin altüst olmasına sebep olan mikroskop(1590 yılında Janssens, 1610 yılında Galileo), başlangıçta çok ilkel olmasına rağmen, ilk kullanıcıları olan Malpighi, Van Leuwenhoek gibi bilim adamlarının çok sayıda buluş yapmasına, özellikle kan dolaşımı konusunda çeşitli kanıtlar ortaya konmasına olanak vermiştir.
Hücrelerin varlığının bulunması ve dokulardaki düzenleri, o zamana kadar bilinmeyen canlılar dünyasının ortaya konması, bilimde yeni bir çağ başlatacak ilk adımın atılmasına ve sayıları hızla artan buluşların sınıflandırılmasına sebep olmuştur.
Hücre (Cellula ) sözcüğünü ilk defa 1665 ‘ te Robert Hooke kullanmıştır. Şişe mantarında gördüğü bal peteğini andıran boşluklara cellula ( hücre-odacık) ismini vermiştir. İlk kez kendi yaptığı ilkel mikroskop ile tespit ettiği bu yapıları Micrographia adlı eserinde resimleri ile birlikte göstermiştir.
Leuwenhoek’ un yaptığı mikroskop 50–270 defa büyütmeye sahipti. Mikroskobu ile 1672’ de spermatozoonları, 1674’de protozoonları, 1676’da bakterileri, 1682’de Çizgili kaslardaki enine çizgilenmeleri, 1689 ‘da lökositleri görerek tanımlamıştır.
1627–1705 yılları arasında yaşayan İngiliz araştırıcı Jon Ray tür kavramını ilk kez “benzer ana ve babadan doğan benzer organizmalar” için kullanmıştır. Ray’ ın bitkiler için yazılmış üç ciltlik kitabı yanında dört ayaklılar, yılanlar ve böcekler üzerinde de küçük araştırmaları vardır.
1737‘ de Carolus Linnaeus (Karl Linne)yayımladığı Systema naturae( Doğa Sistemi) adlı yalın ve mantıksal aynı zamanda sonraki buluşlara yer bırakan ilk bilimsel sınıflandırma sayılan yapıtında günümüzdeki sistemlerin kaynağı olan türlerin sınıflandırılması sisteminin taslağını sunmuştur.
1772’ de İtalyan botanikçisi Bonaventuri Corti yeşil alglerden Chara hücrelerinde sitoplazmik akımı görmüştür.
1730–1784 yılları arasında yaşamış olan O. F. Muller’in Danimarka ve Norveç deniz dibi hayvanlarını tanıtan ”Zoologica Danica” adlı eseri bulunmaktadır.
1707–1788 yılları arasında yaşamış olan Buffon Fransa’ da o döneme kadar yazılmış en güzeli ve karmaşığı bir doğa tarihi ortaya çıkarmıştır.
1820’de Wohler, üreyi kimya laboratuarında sentetik olarak elde etmiştir.
1744–1829 yılları arasında yaşamış olan Lamark ilk defa Evolüsyon fikrini ortaya atmıştır.
1769–1832 yılları arasında yaşamış olan Fransız Georges Cuvier komperatif anatominin ve paleontolojinin kurucusu olmuştur.
1831‘ de Robert Brown, orkide yaprak hücrelerini incelemiş, her canlı hücrede genellikle küresel bir cismin bulunduğunu keşfetmiş ve bunu çekirdek(nucleus) olarak isimlendirmiştir.
1832’de Audouın ve Milne-Edwards sığ sahillerdeki organizmaların dağılış şemasını göstermişlerdir.
1835’ de Fransız zoolog Felix Dujardin üzerinde çalıştığı basit hayvanların hücrelerinin canlı kısımları için “Sarcode” terimini teklif etmiş fakat bu terim genel olarak kabul edilmemiştir.
1838’ de Matthias Schleiden’ in bitki hücrelerindeki, 1839’da Theodor Schwann’ın hayvan hücrelerindeki incelemeleri sonucunda bu araştırıcılar tarafından Hücre teorisi ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre”Bir hücreli organizmalardan, meşe ağaçlarına ve insanlara kadar bütün canlılar hücrelerden oluşmuştur. Canlı maddenin kendi başına yaşamaya yetenekli en küçük birimi hücre olup bağımsız olmalarına rağmen birlikte iş görürler”.
1839‘da Purkinje ve 1846’da Hugo v.Mohl hücreyi dolduran maddeye protoplazma adını vermişlerdir.
1842’de Nageli hücrenin bölünerek iki hücre meydana getirdiğini görmüş ve basit mikroskobunun büyütme orantısında kromozomları tespit etmiştir.
1850’da Alman Botanikçi Ferdinand Cohn bitki ve hayvan protoplazmalarının ana yapıda birbirine benzer olduklarını ileri sürmüştür.
1855’de Rudolf Virchow hücrelerin tipik olarak hücre bölünmesi ile çoğaldıkları ilkesini genelleştirmiş ve her hücrenin yine bir hücreden meydana geldiğini”Ommis Cellula e Cellula” şeklinde açıklamıştır.
1859’da Charles Darwin(Çarls Darvin) “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yayınlayarak evrimle ilgili görüşlerini ortaya koymuştur.
1860’da Pasteur fermentasyonun enzimler tarafından başarıldığını anlamış ve enzimlerin faaliyet göstermelerinin maya(yeast) hücrelerinin canlı olması ile sıkı sıkıya ilişkili olduğu hipotezini ileri sürmüştür. Pasteur’un tavuk kolerasına neden olan mikrobun bulunması ve kuduz aşısının bulunması gibiçok sayıda buluşu vardır.
1861’de Max Schultze, hücreyi canlılık vasıflarına sahip olan ve içinde nukleus bulunan protoplazma parçası olarak tanımlamıştır.
1862’de Kölliker, nukleus tarafını çeviren protoplazma kısmına Cytoplasma adını vermiştir.
1863’te Lorenz Adriatik denizindeki çalışmalarında substratumla ilgili olarak hayvan kommunitelerini tanımladı ve ilk defa supralittoral ve sublittoral terimlerini kullandı.
1865’ te Mobius ilk defa Biosönoz terimini kullanmıştır.
Gregor Mendel(1822–1884) yeni bir bilimin (Genetik) temel yasalarını ortaya koyan, bitki bilimle yakından ilgilenen Çek din adamı önemli çalışmalar yapmıştır.
1875’ de Strasburger, Bütschli ve Flemming, nukleus bölünmesini inceleyerek hücre bölünmeleri üzerinde yaptıkları araştırmalarla bu bilim dalına önemli katkıda bulunmuşlardır.
XVIII. yy’ ın ikinci yarısında von Haller, Priestley, Lavoisier gibi bilim adamları bu alana yönelmiştir. XIX. yy’ da fizyolojinin kurucusu ve deneysel yöntemin öncüsü Claude Bernard önemli çalışmalar yapmıştır.
1875’de Lavoisier, klasik bir çalışma olsa da solunum olayları ilgili çalışmalar yapmıştır.
1878’de Ernest Abbe, yağ immersiyon merceklerini geliştirerek hücre yapısını, Zernicke ise geliştirdiği faz kontrast mikroskoplarla canlı hücreleri inceleme olanaklarını elde ettiler.
1894’de Chittenden enzimoloji tarihinde dönüm noktası olan enzimlerle ilgili üç kavram ileri sürmüştür.
1895’de Wilhelm Röntgen, X ışınlarını(röntgen ışınları) bulmuştur.
1897’de Eduard Buchner kardeşler maya(yeast) hücrelerinden alkolik fermentasyonu katalize eden enzimleri kabaca ekstrakte etmeyi başarmışlardır.
1899’da Beijerinck(Bayerink) tütün bitkilerinin yapraklarında görülen tütün mozaik hastalığını incelemiştir.
1889’da deniz biyolojisindeki kantitatif çalışmalar Hensen ile başlamıştır. Hensen sularda pasif olarak yer değiştiren tüm organizmaları ifade etmek amacıyla ilk defa Plankton terimini kullanmıştır.
1889’ da Brandt bitki fizyolojisindeki çalışmalarıyla deniz biyolojisinde primer prodüktivite ile ilgili yeni bir araştırma bölümünün başlamasını sağlamıştır.
Fizik, kimya ve matematik gibi klasik bilim dallarında eğitim görmüş genç bilim araştırmacıların çalışmalarıyla molekül biyolojisi dönemi başlamıştır. XIX. yy’ ın sonunda Liebig, Berzelius, von Bayer, Pasteur gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla molekül biyolojisi hazırlanmıştır.
1902’ de Henri ve Brown adlı araştırıcılar Enzin ve Substrat ile Enzim-Substrat kompleksi arasında bir dengenin olduğunu önermişler, 1913 ‘de Michaelis -Menten bu tanımı daha fazla genişleterek bu gün kendi adları ile anılan sabite ve eşitliği çıkarmışlardır.
1904 ‘ de Harden ve Young, enzimoloji tarihinde ilk koenzim olarak, düşük molekül ağırlığına sahip, ısıya dayanıklı bir molekül olan ve o zamanlar Kozimaz olarak adlandırılan Koenzim I veya diğer adı ile nicotin amid adenin dinukleotidi (NAD+) fermentasyon enzimlerinin aktive gösterebilmeleri için gerekli bir faktör olarak keşfetmişlerdir.
1920–1953 yılları arasında Svedberg, Luria, Kendrew, Pervtz biyolojik moleküllerin yapısıyla ilgili araştırmalar yapmışlardır.
1922’de Edmund B. Wilson daha önce yapılmış çizimlere dayanan genelleştirilmiş bir hücre şeması çizmiş ve hücrenin başlıca 6 kısmını tanıyabilmiştir.
1922’de Otto Mayerhof kastaki enerji dönüşümlerinin solunumu ve ısı akışını incelemiş, bu çalışma ile Nobel tıp ödülünü almıştır.
1926’da James B.Sumner ilk defa bir fasulye türü olan Canavalia ensiformis ‘ den Üreaz enzimini saf ve kristal halde elde etmeyi başarmış ve enzimlerin proteinlerden oluştuğunu ileri sürmüştür.
1927’de Sir Alexender Fleming, penisilini bulmuştur.
1926–1927 yılında H.Busch’un elektron difraksiyonu hakkında ortaya attığı prensipler, 1929 yılında da katod ışınları ossilografi ve elektrostatik merceklerin bulunması ile yeni çığır açılmıştır.
1930’ da V. Zworykin’nin elektron mikroskobunu keşfi ve kullanılması ile hücrenin içyapısını tüm ayrıntıları ile ortaya koyan çalışmalar hızlanmıştır.
J.Northrop, 1930’ da Pepsin‘ i, 1931‘ de Tripsin’i, 1936 ‘da Kimotripisin’ i saf ve kristal halde elde etmeyi başarmıştır.
1930’da Linus Pauling ve Robert Corey, amino asit ve protein yapısını daha iyi anlamak için x-ışını kristalografisi yöntemini geliştirerek uygulamaya başlamışlardır.
1932’de Knoll ve Ruska tarafından bugünkü modern magnetik elektron mikroskoplarının prototipi olan ilk transmision elektron mikroskobu yapılmıştır.
1934’ de Kunitz ve Northrop, Tripsin enziminin Proteolitik aktivitesinin enzim proteininin denaturasyon derecesine bağlı olarak kaybolduğunu göstermişlerdir.
1940’da Chance tarafından kırmızı turp Peroksidaz enzimi ve onun substratı olan hidrojen peroksit kullanılarak, enzim-substrat kompleksi direkt olarak gözlenmiştir.
1940’da Schonheimer ve arkadaşları ilk defa radyoaktif işaretli amino asitler kullanarak hücre komponentlerinin sentez ve yıkımı arasındaki dinamik dengeye dikkat çekmişlerdir.
1945‘ de Porter Claude ve Fullam elektron mikroskobik çalışmalarla endoplazmik retikulumun varlığına ait ilk bilgileri ortaya koymuşlardır.
1950‘de P.C. Zamecnick ve arkadaşlarının yaptığı çalışmalar protein biyosentez mekanizmasının aydınlatılmasında ilk adımı teşkil etmiştir.
1953 yılında Watson ve Crick ‘in bir hücrenin kromozomları içinde bulunan kalıtsal bilgiyi oluşturan nükleoproteinlerin yapısı ve zincirlenmeleri konusundaki buluşlarıyla, o zamana kadar süren çalışmalar sonuçlanmıştır.
1953’ te Danimarkalı Ekman “Zoogeography of the Sea” adlı kitabında bu döneme kadar yapılan deniz biyocoğrafyasıyla ilgili tüm çalışmaları özetlemiştir.
1956’da Tjio ve Levan tarafından insan kromozomlarının sayısının 46 olduğu bulunmuştur.
1959’da Lejeune tarafından Down Sendromunun kromozom düzensizliği ortaya konmuştur.
1986’da California Üniversitesinden Steven Howell ateş böceklerinin ışık saçmasını sağlayan maddenin yapımını kodlayan geni ayırarak tütün bitkisine aktarmış ve bu bitkilerin ışık saçtığını görmüştür.
1997’de İskoç bilim adamı Dr.Wilmut, yetişkin bir koyundan alınan vücut hücresinin çekirdeğini, başka bir koyuna ait çekirdeği alınmış bir yumurta hücresine yerleştirerek genetik ikiz elde etmiştir.
Canlıların Özellikleri
Cansız maddelerin canlılara benzer bazı davranışları olduğundan canlı ile cansız arasındaki sınır oldukça hassastır. Virüsler ya yaşayanların en basiti veya cansız organik maddelerin en karmaşık olanı olarak düşünülebilir. Virüsler canlılık özellikleri gösterdikleri gibi tam bir cansız madde özelliği de gösterirler. Prokaryot ve ökaryot bir hücrede bulunan organel ve sitoplâzmaya sahip değillerdir. Enzim sistemleri olmadığından metabolizma yapamaz, beslenemez ve serbest yaşayamazlar. Virüslerde bulunan enzimler kalıtsal maddenin aktarılması sırasında gireceği hücrenin zarını eritmek için kullanılır. Ancak canlı hücre içine girdiklerinde canlı gibi çoğalırlar ve mutasyona uğrayabilirler. Hareket yetenekleri olmadığından hücre dışında kristal halinde uzun süre cansız bir yapı gösterirler. Örneğin: RNA ve proteinden yapılmış olan tütün mozaik virüsleri kristal hale geçebilirler. Bu durumda cansız madde özelliği gösterirler. Cansız madde durumundaki virüsler çoğalamazlar. Sulandırılıp canlı bir ortama konulduğunda canlılık özelliği gösterirler. Bu tarz özellikler nedeniyle aynı şekildeki yapıların canlı ve cansız madde arasında bir geçiş teşkil edip etmediği tartışılmaktadır.
Canlıların yapısal ve işlevsel en küçük birimi olan hücrede genellikle canlılık belirtileri hareket, yenilenme, sürekli bir metabolizma faaliyetleri ve üreme ile kendini gösterir. Bazı canlı hücreler bu özelliklerden bir veya birkaçına sahip oldukları müddetçe canlılıklarını bir süre devam ettirebilirler. Örneğin; İnsan ve memeli hayvanların alyuvarlarında çekirdek bulunmamasına rağmen belirli bir süre yaşama gücüne sahiptirler ama bölünüp üreyemezler.
Organizasyon : Bütün canlıların vücut yapıları ve hücreler arasında bir koordinasyon ve düzen olduğu gibi yapısal ve işlevsel en küçük birimi olan hücrede de bir koordinasyon ve düzen vardır. Hücreye canlılık yeteneği veren yapısını oluşturan birimlerin, birbirleri ile bir düzen içinde çalışmalarından ileri gelir.
Her canlı türünün iç ve dış yapı bakımından kendine özgü bir şekil ve görünümü vardır. Cansızlar ise genellikle şekil ve büyüklük yönünden çok değişkendir. Canlılar homojen değildir, her biri belli bir görev yapan çeşitli kısımlardan oluşurlar. Canlıların yapısal ve işlevsel bir görev yapan çeşitli kısımlardan oluşur. Bir canlıdaki hücresel birimler şekil, büyüklük ve işlev bakımından farklılık gösterirler. En küçük hayvanlardan bazıları bir tek hücreden yapıldığı halde, insan vücudu birbirine uyumlu milyonlarca hücreden oluşur. Tek hücreli canlılarda bütün hayatsal faaliyetler tek hücre içinde sağlanır. Çok hücreli canlılarda hayatsal faaliyetler farklı biçim ve görevdeki hücrelerin koordinasyonu ile sağlanmaktadır. Çok hücreli canlılarda, farklı yapısal biçimdeki ve belli görevleri olan hücreler bir araya gelerek dokuları, dokular birleşerek organları, organlar da organizmayı meydana getirir. Bu canlı organizmanın hayatsal olayları, hücreler arasındaki koordinasyon ve düzene bağlıdır.
Duyarlılık : Canlılar çevrelerindeki fiziksel ve kimyasal uyaranlara tepki davranışı oluştururlar. Basit yapılı canlılarda uyartı bütün vücut yüzeyi ile algılanır. Örneğin; Amip özelleşmiş bir yapıya sahip olmakla beraber bazı kimyasal maddelere, sıcak ve soğuğa, ona doğru veya ondan uzaklaşmak şeklinde cevap verir. Yüksek organizasyonlu canlılarda bazı hücreler belirli uyaranlara karşı özelleşmişlerdir. Hayvanlar sinir sistemi ve duyu organları sayesinde aktif duyarlıdır. Örneğin; gözün retinasındaki hücreler ışığa, burun ve dildeki hücreler kimyasal uyaranlara, derideki özel hücreler ise sıcaklık ve basınç değişmelerine cevap verirler. Canlılar aldıkları uyartılara göre davranışlarını düzenleyerek kendileri için en uygun ortamda yaşamlarını sürdürürler. Örneğin: Gündüz çiçek açan bitkilerin bazıları geceleri taç yapraklarını kapatarak çiçektozunu çiyden korurlar.
Yapısal benzerlik : Bütün canlı varlıkların sahip oldukları ve onlara canlılık özelliği veren madde Protoplazma’ dır. Protoplazmanın özel organizasyonu ile hücre oluşur. Bütün canlılar hücresel yapıdadır. Hücre, organizmanın kendi başına yaşama olanağına ve özel yapıya sahip en küçük canlı birimidir.
Hareket :Canlılar hareket yetenekleriyle karakteristiktir. Hayvanların hareketleri kolayca görülebildiği halde bitkilerin hareketi çok yavaş ve belirsizdir. Bazı hayvanlar sünger, mercan, hidra ve bazı parazitler açıkça bir yerden bir yere gitmezler fakat bunlar çevrelerini hareket ettirerek besin ve diğer gerekli maddeleri sağlar. Bir hayvanın hareketi kas kasılması, sil veya kamçıların hareketi veya sitoplâzmanın yavaşça akmasıyla sağlanır. Canlıların hareketi içten gelen, kendi ürettikleri bir enerjiyle gerçekleştiğinden ırmaktaki suyun akışı, bir otomobilin hareketi veya yüksek bir yerden taşın yuvarlanmasındaki hareketten farklıdır. Zira cansızlardaki bu hareket dışarıdan sağlanan enerjiyle gerçekleşir.
Metabolizma :Canlıların büyüme, üreme, hareket, uyarılma, gibi faaliyetleri için enerjiye gereksinim vardır. Bu enerjinin sağlanabilmesi için besin maddelerinin sindirim sisteminde parçalanarak, dolaşım sistemi ile hücrelere getirilmesi gerekir. Hücrede hücre solunumu ile büyük moleküllerin ve karbondioksite parçalanması ile gereksinim duyulan enerji sağlanır. Hücreye alınan parçacıkların organizmanın ihtiyacına uygun biçimde birleştirilir. Canlıların büyüyebilmeleri ve yaşamlarını sürdürebilmeleri içinde gerçekleştirdikleri bütün kimyasal reaksiyonlara metabolizma denir. Canlılarda meydana gelen kimyasal reaksiyonlar katabolik ve anabolik olmak üzere iki grupta toplanır. Katabolizma(Disimilasyon) olayı karbonhidrat, yağ ve protein gibi büyük moleküllerin basit bileşenlerine ayrılırken kapsadıkları kimyasal enerjiyi kinetik enerjiye ve ısıya dönüştürmesidir. Anabolizma(Asimilasyon) ise vücutta enerji depolamak için küçük moleküllerin daha büyük moleküllere dönüştürülmesi olayıdır. Her iki olay hücre içinde aynı zamanda devamlı olarak gerçekleşir.
Büyüme :Bütün canlılar büyürler. Ancak bu büyüme sonsuz değildir. Bir hücrelilerde büyüme, çoğalma ile sonuçlanmasına karşın; çok hücrelilerde vücudun gelişmesini ve irileşmesini sağlar. Bir canlıda anabolizma olayları katabolizmadan daha fazla ise canlı büyür. Büyüme her canlı için belli bir süre devam eder. Bundan sonra anabolizma ve katabolizma olayları az çok eşit olur. Bu dönem canlının olgunluk devridir. Daha sonra anabolik olayların gerilemesine karşılık katabolik olaylar artar ki; bu da yaşlılık dönemidir. Metabolizma olayları bütün canlılarda bu şekilde devam eder ve yaşam ölümle sonuçlanır.
Üreme :Canlıların kendilerine benzer yeni bireyler oluşturması olayına üreme denir. Bütün canlıların önemli bir özelliği de üreme yeteneğine sahip olmalarıdır. Hiçbir canlı sosuz olarak yaşamını devam ettiremez. Herhangi bir şekilde, üremeyle, kalıtsal materyal gelecek kuşaklara aktarılır. Büyümesini tamamlayan bir canlı kendisi gibi canlı meydana getirdikten sonra ölür. Türlerin devamı ancak bu şekilde sağlanır.
Adaptasyon :Tüm canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için çevreye uyum sağlamak zorundadırlar. Canlı, uyum yapabildiği oranda hayatta kalabilme şansına sahiptir. Çevreyle çok uzun süren etkileşimler sonucunda sağlanan uyum canlıların dünyanın her yerine dağılabilmesini sağlamıştır. Çevreye uyum sağlama, görünüş ve davranış değimlerini de kapsar. Her tür kendisi için en uygun ortamı bularak veya kendisini ortamına uyduran bir mutasyon geçirerek belli bir ortamda yaşabilir. Eğer bir canlının yapı işlevlerine yaşadığı ortamın zararlı etkisi en düşük düzeyde ise o canlı o ortamında yaşamını sürdürebilir, hatta günlük koşullardaki geçici değişmelere de uyarılma-cevap şeklinde karşı koyabilir. Ancak bu koşulların zararlı etkileri devamlı ve zorlayıcı bir durum alırsa mutasyon veya seleksiyon mekanizması sonucu yaşam savaşı canlının değişerek uyum sağlaması veya ayıklanarak yok olmasıyla sonuçlanır. Örneğin; Avustralya çöllerinde Mulga ağaçlarında yaprak yerine, buharlaşma yoluyla su kaybını en aza indiren, genişlemiş yaprak sapları bulunur. Keseli çöl fareleri günün sıcak saatlerinde toprağın altındaki yuvalarında kalırken, gece saatlerinde beslenmek için yuvalarından çıkarlar. Bu farelerin kuyruklarında, yiyecek bulamadıkları zaman ve açlıktan ölmemelerini sağlayan yağ depoları vardır. Yine tuz çalısı adı verilen bitkiler çok derine giden kökleriyle yeraltında bulabildikleri her damla sudan yararlanırlar. Kuzey Amerika’ da yaşayan uzun kulaklı çöl tavşanlarında kulakların uzun olması, kulaklarda yüzeye yakın kan damarlarının ısı yayarak vücut ısısının yükselmesini önler Viktorya amazonika türü bir nilüferin su yüzeyindeki yaprakları bir çocuğun ağırlığını taşıyacak kadar büyüktür. Yastıklı karanfil dondurucu soğuklardan korunmak için neredeyse yere yapışık büyür. Bitkiler de olduğu gibi onların geleceği olan tohumlarda da varlıklarını sürdürebilmek için çevreye uyum sağlarlar. Örneğin; Karahindiba ‘ da tüylü tohumlar, Akçaağaç ve çınar ‘da kanatlı tohumlar gibi.
Canlıların Yaşadıkları Hayat Şartları
Canlılar bir ortam içerisinde yaşarken, bu ortamın şartlarının etkisi altında kalırlar. Bu şartlar iç ve dış şartlar olarak adlandırılır.
1-İç şartlar
Canlı üzerinde bulunan karakterler, o canlının yapısı ile ilişkilidir. Canlılarda ortaya çıkan her türlü karakterler kalıtsal yapıya bağlıdır. Bu karakterler ve faaliyetler dış şartların etkisi altındadır. Kalıtsal yapı izin vermiyorsa, dış şartlar ne kadar iyi olursa olsun, bir karakterin veya faaliyetin ortaya çıkması mümkün değildir.
Kalıtsal yapıdan başka canlıya etki eden diğer iç faktörler:
a-Hücre zarının geçirgenliği
b-Hücrenin ozmos basıncı
c-Hücrenin içerdiği maddeler ve bunların fiziksel durumları
d-Bitkilerin morfolojik yapısı
2-Dış şartlar
Canlının kendisine ait olmayan, canlının içinde bulunduğu ortam şartlarıdır. Dış şartların canlıya etkisi canlının değişik yaşlarında farklı şekillerde olur. Örneğin; Belirli bir sıcaklık derecesi yeni çıkmış bir fideye öldürücü etki yaptığı halde, olgunlaşmış bir bitkiye zararlı olmayabilir.
a-Su
Su +4 oC de en küçük hacme sahiptir.+4 oC ‘nin altındaki ve üzerindeki sıcaklık derecelerinde hacmi artar. Doğadaki diğer bileşikler ise sıcaklık artışında hacim artışı gözlenir. Hacim artışının +4 oC nin altında da artması buzun özgül ağırlığının sudan küçük olmasına ve buz tabakalarının su içerisinde yüzmesine neden olur. Bu yapı suda yaşayan canlıların hayatta kalmaları bakımından önemlidir.
Canlıların bünyesinde %98 ‘ e varan oranlarda su bulunur. Gelişmekte olan bitki dokularının hücrelerinin %85–95 ‘ ni belirgin bir biçimde su oluşturur. Havuç ve marul gibi sebzeler %85–95 su içeriğine sahiptir. Bitki yaşamında su önemli bir rol oynar. Bitki tarafından üretilen her bir gram maddeye karşılık 500 gram su kökler tarafından absorbe edilir. Bitki dokuları arasında %5–15 gibi bir oranda en az su içeren kısımlar tohumlardır, ancak çimlenme sırasında büyük miktarda su absorbe etmek zorundadırlar. Bitki hücrelerinde normal su dengelerinin sonucu turgor basıncı adı verilen büyük hücre içi basıncı oluşur. Turgor basıncı, hücre büyümesi, yapraklarda gaz alış-verişi, floem’ de ve zardaki çeşitli taşıma süreçleri gibi birçok fizyolojik süreç için gereklidir. Bitkilerin gelişmesi ve görevlerini devam ettirmesi için gerek duydukları kaynaklar arasında su, en yaygın ve aynı zamanda tarımsal üretim için en sınırlayıcı olanıdır.
Suyun işlevleri aşağıda sıralanmıştır.
1-Canlı içerisindeki bütün organik ve inorganik maddeler ancak su ile taşınır.
2-Hücrede oluşan biyokimyasal reaksiyonların büyük bir kısmı için ortam oluşturur. Birçok kimyasal reaksiyonda(hidroliz ve su kaybı gibi) doğrudan görev yapar.
3-Genç organlar su sayesinde dik dururlar.
4-Su bilenen en yaygın ve iyi bir çözücüdür. Benzer diğer çözücülere oranla çeşitli bileşikleri daha büyük miktarlarda çözer. Çözücü olarak, hücrelerin içinde ve arasında moleküllerin hareketi için ortam oluşturur.
b-Sıcaklık
Bütün bitkiler hayatsal faaliyetlerini devam ettirebilmesi için minimum(en aşağı), maksimum(en üst) ve optimum (en uygun) sıcaklık derecelerine gereksinim duyarlar. Bazı bitkiler bu değerlerden aşağı ve yüksek sıcaklık derecelerinde de gelişme göstermelerine rağmen genellikle bitkiler minimumdan az ve maksimumdan yüksek sıcaklık derecelerinde yaşamsal faaliyetlerini sürdüremezler. Aktif olarak gelişen dokular 45 oC ‘ın üzerindeki sıcaklılarda ender olarak hayatta kalabilmelerine rağmen, bazı türlerin kuru tohumları 120 oC ‘a ve bazı bitkilerin polenleri 70 oC ‘a kadar dayanabilmektedir. Örneğin; Zea mays(Mısır)ve Cucurbita pepo (Kabak) için 49–51 oC sıcaklıkta 10 dakika öldürücü olurken, Çam ve Ladin fideleri 54–55 oC sıcaklıkta 5 dakika öldürücü olmaktadır. Asma bitkisi günlük ortalama sıcaklık 11 oC olunca sürmeye başlar. Gözlerin sürmesinden yaprak dökümüne kadar günlük ortalama sıcaklığın 18 oC ‘tan düşük olmasını istemez. En ideal gelişmeler optimum sıcaklık derecelerinde görülür. Genç bitkiler, olgun bitkilere göre sıcaklığa karşı daha hassastırlar.
Sıcaklığın bitki bünyesindeki işlevleri:
1-Sıcaklık bitkilerin topraktan su emmesini sağlar.
2-Sıcaklık terlemeye olanak sağlar.
3-Fiziksel ve kimyasal olayların gerçekleşmesini sağlar.
c-Işık
Işık tohumlardaki dormansiyi kontrol eden en önemli faktörlerden biridir. Işık çimlenmenin oluşmasına ve sonraki yaşamın devamlılığında çok önemli bir faktördür.
Işık bitkilerin bütün organları için(toprak altı organları ve klorofil içermeyen toprak üstü organları )gerekli bir faktör olmamasına rağmen, bitkiler ışıksız ortamda besin maddesi sentezleyemez ve ölürler. Fotosentezin kimyasal reaksiyonları ışık enerjisi ile gerçekleştirilir.
Işığın kalitesi, şiddeti ve süresi bitki gelişmesi için önemlidir. Işığın şiddeti çeşitli bitkiler üzerinde farklı etkiler gösterir. Bazı bitkiler açık güneşte, bazıları gölgede daha iyi gelişirler.
d)Hava
Hava bitkiler üzerinde hem mekanik, hem de içerdiği gazlardan dolayı etki yapar. Havanın mekanik etkisi rüzgâr şeklinde görülür. Rüzgârın hızlı esmesi yapraklardan su kaybına neden olmakla birlikte, bitkileri kırmak ve kökünden sökmek gibi zararlı etkileri görülmektedir.
Atmosferde yaklaşık %78 azot , %21 oksijen , % 2 su buharı ve % 0.036 oranında karbondioksit bulunur. Havada bulunan CO2 yeşil bitkiler için çok önemlidir. Yeşil bitkiler CO2 ‘i, H2O ile klorofilin katalitik etkisi ile ışıkta birleştirerek yaşamları için gerekli enerjiyi temin ederler. Havadaki CO2 ve metan gibi bazı gazların miktarının artması ile atmosfer tarafından uzun dalga boylu ışınlar tutulur ve bu gazların etkisiyle atmosfer seralardaki cam çatı gibi davranır. Sera etkisi ile dünya ikliminin değişeceği yönünde araştırmaların yapıldığı bilinmektedir.
Atmosferde moleküler azot(N2) bulunur ve bunu büyük bir kısmı canlılar tarafından doğrudan kullanılamaz. Bazı bakteriler atmosferik azotu amonyuma çevirebilirler. Bu azot sabitleyen prokaryotların çoğu serbest yaşayan toprakta bulunan mikroorganizmalardır. Az sayıdaki formlarım ise konak bitkiye doğrudan sabitlenmiş azot sağlayıp karşılığında karbonhidratları ve diğer besinleri aldığı yüksek bitkilerle simbiyotik ilişki kurarlar.
Oksijen su ve karbon çevrimlerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Kökler aerobik solunum için yeterli oksijeni doğrudan topraktan alır. Toprağın derinliklerindeki O2 yoğunluğu nemli havadakine benzer.O2 kaynağı oksijenli solunum için yeterli olmadığı zaman mitokondride elektron taşınması ve oksidatif fosforilasyon durur, trikarboksilik asit döngüsü çalışmaz ve ATP sadece fermantasyonla üretilebilir.
e)Basınç
Kimyasal olayların gerçekleşebilmesi ancak belirli basınç değerlerine bağlıdır. Örneğin: bira mayaları 400 atmosferlik bir basınç altında fermantasyon yapamazlar.
Suyun 100 metrelik bir ağacın tepesine kadar taşınması için yaklaşık 30 atmosfer basınç gereklidir. Bu basın ya kök kısmından yukarıya itmekle, ya da üst kısımda oluşan çekme kuvveti ile olmalıdır. Bu iki kuvvet kök basıncı ve terleme-kohezyon kuvveti olarak bilinmektedir.
Topraktan alınan suyun merkeze ve gövdeye doğru itilmesi kök basıncı ile olmaktadır. Yapraklarda terleme ve fotosentezle su tüketilmesi yaprak hücrelerinin osmotik basıncını arttırır ve bitkinin üst kısımlarında bir emme kuvveti oluşur. Bu kuvvet hava basıncında yaklaşık 30 kat daha fazladır.
Stomaların açılıp kapanmasında rol oynayan, basit yapılı bitkilerde ve yüksek yapılı bitkilerin genç dokularında desteklik vazifesi yapan ve sertliği sağlayan turgor basıncıdır.
f) pH
Hidrojen iyonu yoğunluğu (pH) toprağın önemli özelliğidir. Toprak pH‘ ı bitki köklerinin ve mikroorganizmaların gelişimini ve besin elde edilebilirliğini etkiler. Örneğin: Toprağın pH‘ ı bazı besinlerin kullanılabilirliğini etkiler. Toprak pH ‘ ını değiştirmek için toprağa kimyasal uygulanabilir. Kireç eklenmesi asidik toprakların pH ‘ ını arttırırken kükürt eklenmesi alkali toprakların pH‘ ını azaltır. pH‘ ın 5,5–6,5 arasında olduğu topraklarda mantarlar çoğunluktadır. Alkali topraklarda ise bakteriler egemendir. Yağmur miktarı ve organik maddelerin toprakta parçalanması toprak pH‘ ını düşüren faktörlerdir.
g)Toprak
Toprak karmaşık fiziksel, biyolojik ve kimyasal bir substrattır. Her biri değişik oranlarda humus ve mineral içeren çok çeşitli toprak türleri vardır. Farklı türlerdeki kayaların aşınıp parçalanması ile farklı mineraller ortaya çıkar. Farklı toprak türlerinde farklı bitkiler yetişir. Toprak, bitkilerin gelişmeleri için gerekli olan suyu ve mineralleri içerdiği için onlara kökleri ile tutunabilecekleri sağlam bir temel sağlar.
Toprak çözeltisinde karbondioksit, oksijen ve azot gibi gazlar çözünürler, bu gazların kökler tarafından alımı öncelikle toprak parçacıkları arasındaki hava boşluklarından olur.
Toprak bileşimi, su tutma kapasiteleri ve besin maddelerinin miktarı bitkiler için önemlidir. Bitkilerin toprakta gelişebilmeleri için toprağın hava, su ve katı maddeleri belirli oranda bulundurması gerekir. Örneğin: Toprakta aşırı mineral bulunduğu zaman, toprak tuzludur denir ve eğer bu mineral iyonları suya ulaşılabilirliği sınırlayacak veya bazı besinlerin yeterli olduğu miktarı aşarsa bitki gelişimi sınırlanır.
Biyolojik olarak toprak, bitki kökleri ve mikroorganizmaların mineral besinler için rekabet halinde bulundukları çeşitli ekosistemler oluşturur. Bu rekabete rağmen kökler ve mikroorganizmalar kendi ortak yararları için birlik oluştururlar.
Hayvanlarla Bitkiler Arasındaki Farklar
Canlının cansızdan geliştiğine ve sonra canlıların bitki ve hayvanlar olarak kesinlik ve açıklıkla ayrıldığına inanmak oldukça zordur. Köpek, balık, kuş gibi canlıların eskiden beri açıkça hayvan olarak tanımlanmasına karşın sünger 19.yüzyıla kadar bitki olarak kabul edilmiştir. Bugün hala tekhücreli organizmalardan bazıları (Flagellat’lardan Euglena)zoologlar tarafından hayvan, botanikçiler tarafından bitki ve diğer bazıları tarafından protist olarak tanımlanır.
Hareket: Bitkiler kökleri ile kendilerini toprağa tespit ettiklerinden hareketsizdirler(pasif hareketli-ırganım, yönelim vb).Hayvanların çoğu, ya bütün yaşamları boyunca veya yaşamlarının belirli dönemlerinde aktif hareket etme özelliğine sahiptirler. Hayvanlardan sabit olanlar olduğu gibi(mercanlar ve süngerler) , ilkel bitkilerden hareketli olanlar(yosunlar) vardır. Yüksek yapılı bitkiler hareketsiz bile olsa, eşemli üreme hücreleri(gametler) veya eşemsiz üreme hücreleri (zoosporlar ) gibi hareket gösteren kısımları vardır.
Klorofil: Bitkiler içerdikleri klorofil sayesinde CO2 asimilasyonu yaparak anorganik maddelerden organik maddeler oluştururlar. Böyle organizmalara ototrof (kendibeslek) organizma denir. Hayvanlar ise klorofil içermediklerinden besin maddelerini dışarıdan hazır olarak alırlar. Bu tip organizmalara heterotrof organizmalar denir.
Hücre Yapısı :Bitki hücresinin çevresinde kendi tarafından salgılanmış selüloz bir çeper vardır. Bu çeper bitki hücresinin şeklinin korunmasını sağlar. Hayvan hücrelerinde böyle bir çeper bulunmadığından şekilleri çeşitli etkilerle kısmen bozulur. Bazı basit bitkilerde selüloz çeper bulunmadığı gibi bazı hayvanlarda örneğin, Tunicata ‘da dış taraftan selüloza benzer ve tunisin denen bir çeperle sarılmıştır.
İlkel bitkilerde ve yüksek yapılı bitkilerin üreme hücrelerinde selüloz çeper bulunmaz.
Büyüme: Bitkiler yapılarında bulunan meristem adı verilen emriyonal bir dokunun bulunması nedeniyle bitki canlı kaldığı sürece yeni dokular oluşturarak süresiz gelişme yeteneği gösterirler. Meristem doku hücreleri çoğalma yeteneklerini kaybetmezler. Tropik bitkilerin bazıları bütün yıl büyürler. Bazı ılıman iklim bitkilerinde ise büyüme ve gelişme yalnız ilkbahar ve yaz aylarında görülür. Buna karşılık hayvanlarda büyüme ve gelişme devamlı değildir. Belirli bir büyüklüğe eriştikten sonra büyüme durur.
Beslenme Tarzı: Bitkilerde maddeler erimiş halde hücrelerin yüzeylerinden osmos yoluyla organizmaya alındığı halde, hayvanlar besinlerini ağız yoluyla alırlar. Bununla beraber tenya gibi bazı hayvanlar besinlerini bitkiler gibi osmos yoluyla alırlar.
Boşaltım: Hayvanlarda metabolizma sonucu oluşan artık ürünler boşaltım sistemleriyle dışarıya atıldığı halde, bitkilerde çoğunlukla yapraklardaki kofullarda biriktirilirler.
Sinir Sistemi: Bitkilerde sinir sistemi yoktur. Uyartılar iletim yolları, hormonlar ve plasmodesmalar (Plasma bağları) yardımıyla yapılır. Hayvanlarda sinir sistemi bulunur, fakat ilkel hayvanlarda bulunmaz.
Görüntülenme Sayısı: hesaplanıyor...